KALP İŞÇİLİĞİ-1
Gerek internet denen digital çöplüğün artık her kesimden insanın hizmetine girmesi ve gerekse de sosyal medya adı altındaki uygulamaların kişilerin hüznü, acıyı, gözyaşını reddederek hayatın bu yönü hiç yokmuş gibi en parlak sima ve yönlerini servis ettiği; ama bu servisin de sadece beğenilerle “egosal tapınç” haline getirildiği bir fetret döneminden geçiyoruz.
Bir fetret dönemi demeyi tercih ediyorum; zira bu bir fetret yani geçiş dönemi değilse, hakikaten adım adım kelimelerin sadece çitlendiği ve hiç kimseye hiçbir şey kazandırmadığı bir anlam kıyametine hızla ilerliyoruz.
Özellikle bilginin diploma mühründen kurtulması ve ortalığa saçılması ile birlikte tüm kitap, kaynak ve manevi birikimlerin raflara kaldırıldığı; yegâne bilgi kaynağının Google denen arama motoru olduğu bu iklimde, tablo o kadar vahim ki her şey kişi veya kişilerinin o anki ruh ve duygu durumlarına hizmet ediyor. Yani aslında hedefte sadece duygu var ve ilgi, bilginin anlam derinliği ile kesinlikle muhatap bile değil.
Ayrıca tablo o derece kirli ki; bugün gönlünüzde yeşeren ve kaleme aldığınız iki satırlık bir cümleniz, çok geçmeden ya bir İslam büyüğünün ya bir alimin ya da ünlü bir filozofun kaleminden çıkmış gibi size selam veriyor.
Sağ ve sol omuzdaki, alınan her nefesi dahi kayıt altına alan yazıcı melekler, sosyal medya ortamına giremiyor gibi bir saplantı içinde; kişilerin kendi ideolojilerini beslemek adına muhataplarının manevi şahıslarına yaptıkları karalama, iftira, gıybet boyutları ayrı bir muamma.
Ama işin en acı tarafı ise din soslu paylaşımlar.
Zira paylaşımlara baktığınızda kendinizi devr-i saadette, cahil ve pejmürde bir çöl bedevisi gibi hissediyorsunuz. Ayetler ve hadisler, adeta klavye mücahitlerinin kurşunları gibi oradan oraya top sektiriyor.
Ama bu kadar bilgi, neden gırtlaklardan kalplere inmiyor, yaralı ruhlara neden pansuman yap(a)mıyor, kâl neden hâle bürünmüyor, bunca bilgi yükü siyah beyaz hayatları neden renklendirmiyor kimse bilmiyor ve gördüğüm kadarıyla umursamıyor da!
Kimse üzerine alınmadığı için de iki ayet paylaşan, iki hadisle sosyal medya hesabını süsleyen ya da kahve fincanının yanına nerden (ç)aldığı belli olmayan iki hikmetli cümleye eklediği lirik bir müzikle paylaşımını süsleyen kişi, dindar sınıfına(!) girmiş oluyor.
Resmin küçüğünde eyvallah, bu nezih tablo hoş görünse, kulağa ve göze hitap etse de resmin büyüğünde bu tür paylaşımların ne okuyana ne paylaşana bir şey kazandırmadığı aşikâr.
Çünkü yaşanmayan, yüreğe yük edilmeyen, hayatın atar damarlarında akmayan bilgi, sadece bir kulaktan girer ve diğerinden çıkar; ne yaparsanız yapın asla kalbe ulaşamaz.
Bu yüzden ısrarla belirtiyorum;
Dinin tebliğ boyutu biteli çok oldu. Çünkü Allah söylenmesi gerekeni söyledi, elçi iletmesi gerekeni sadece iletmekle kalmadı bunun en canlı şahidi oldu ve bu konuda kalem kurudu.
Bu yüzden dinamizmi işaret eden bu yol haritasının artık paylaşılmaya değil yaşanmaya, temsile ve yaşamlarda nakşedilmeye ihtiyacı var. Yani dindarlığınızın boyutu, sözünüz değil davranışınız artık. Çünkü bilgi her yerde. İsteyen çabası, niyeti ve nasibince alabiliyor.
Ama siz insanlık elbisesini soyunmuşsanız, ruhunuzdaki çıplaklığı göremiyorsanız, bu işaretlere bakıp yaşamınızı şekillendirmek ve hâl diliyle örnek olmak yerine; bu dinamikler sadece sayfanızı süslüyorsa istediğiniz kadar ayet ve hadis çarpıştırın; az evvel andığım gibi, bu ne size fayda verecek ne gönüllere şifa olacak ne de kulaklardan kalplere sirayet edecektir.
Çünkü din, çağlar ötesinden iletilen nebevi ikazla güzel ahlâk yani insan olabilme sanatıdır. Yaşam güzel sözler üzerine değil ilahi hitabın da tasdiki ile “güzel amel” üzerine bina edilmiştir.
Bu yüzdendir ki, bu kadar kelime yığını, artık kalpleri vecde getiremiyor. Bu yüzdendir ki; anlam ve sözüm ona dilimizden düşürmediğimiz kutsallar, bir ayrılıkta avuca tutuşturuluveren bembeyaz bir mendil gibi elimizde ve dilimizde duruyor ama, biz ne onun manevi hatırasına saygı duyuyor ne de onu elimize tutuşturan, dilimize düşüren güzelliklerden haberdarız. Çünkü hiçbiri yüreklerimizde yeşerecek mekân ve samimiyeti bulamıyor!
Ama benim bu yazımdaki sancım biraz daha farklı.
“Ârife tarif gerekmez ama tarife ârif gerekir” derdi rahmetli dedem (ona ve ceddinize rahmet olsun), biz ârif olamadık ama söyleyelim sancımızı, belki ârif olan anlar;
Bizim, gelişiyle cümle noksanlarımızı tamamlayacak; bize kim olduğumuzu hatırlatacak, bu yangın yerinde ne aradığımızı kalbimizi parçalarcasına ihtar edecek; kul olmanın, bilmenin, tanımanın kapısını sihirli bir el gibi aralayacak, gelmenin aslında gitmenin ilk adımı olduğunu kulağımıza değil kalbimize fısıldayacak bir derde ihtiyacımız var. Evet, aklımızca bulunacak cevaplardan ziyade, kalbimizi suallerle kıvrandıracak o derde muhtacız.