M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KENDİMİZE TUTUNMAK-1

Uygarlık ve medeniyet kavramları oldum olası birbirlerine karıştırılan kavramlar olup aslında tümüyle birbirlerinden bağımsız anlamlar içermektedir.

Zira medeniyet denen şey; o toplumun ruh kökleri, uygarlık ise ruh köklerine bağlı kılarak yaşadığı çağın imkânlarını elde edebilme ile ilgilidir. 

Yani medeniyet; manevi dinamikleri işaret edip Medine gibi bir çöl şehrinden inşa edilen bilincin yansımasında da gördüğümüz üzere manevi bir bilinci bir inşa ederken, uygarlık ise; maddi imkânları, dünyevi kavramları işaret eder.

Toplumlar ise bu ikisini bir arada yürütebildiği zaman, diğer bir deyişle ruh köklerinden aldıkları dinamikleri yaşadıkları çağın göğsüne entegre edebildiği zaman kendileri olabilir, ayakta kalabilirler ki; İbn-i Haldun gibi bir deha, bunu “Mukaddime” adlı eserinde bundan 600 küsur yıl önce ayrıntılı bir şekilde ele almıştır.

Bizim toplum olarak düştüğümüz yer de tam burası işte

Nasıl, hep beraber bakalım;

Sanırım yazmış veya anlatmıştım. Ama ilahi beyanın “hatırlatmak fayda verir” emrince yineleyelim;

Dikey tasavvur yani medeniyet inşasının en tehlikeli tarafı (tarihte de sıkça görüldüğü üzere) dinsel terminolojiyi kullanarak Allah’ın temsilciliğine soyunan ve onun insanlığa gönderdiği vahyi kendi tekeline alan kabile mantığıyla hareket eden sultanlıklara dönüşme riskidir ki bunu İslam tarihinde Kerbela ile noktalanan süreçte çok bariz okuyabiliyoruz. 

Çünkü kutsallık atfedilen kavramlar ile putperestlik kavramı arasındaki ayrım; o kadar ince bir çizgide seyreder ki bu ölçünün ucu kaçtığında adalet, iyilik, paylaşım, doğruluk, merhamet için gelmiş vahyin soluğu, Allah’ın gölgesi sıfatıyla dolaşan zorbaların menfaatleri için bir araç haline gelir. 

Yatay tasavvur dediğimiz uygarlıkta ise; Allah, din, ibadet gibi kavramlar ya da bu kavramların işaret ettiği değerler ya dışlanmış ve dünya düşüncesi hâkim olmuş; ya da paranteze alınarak soyut bir kavram olarak, mistik bir anlayışla insanlara sunulmuştur. Yani realitede bir iz düşüm veya hayatın akışında bir varlık göremezsiniz. 

Bu tasavvur sadece somut olan, elle tutulup gözle görülebilen maddi anlamda ilerlemenin sembolü haline geleceği için; insan denen varlık bu sayede bugün olduğu gibi fıtratından, bu fıtrata kodlanan sevgi, merhamet, paylaşım ve adalet kavramlarından hızla uzaklaşarak kökleriyle bağını koparır. 

Böyle bir anlayışta hemen tüm kutsallar mistik kavramlara havale edilmiş; keramet ve insanüstü olarak nitelendirebileceğimiz olaylar, gerçeklerin önüne geçmiş; rivayetler riayetlerin önün tıkamış, kutsallık gömleği giydirilen tüm kavramlar hayatın içinden alınarak belli zaman dilimlerine ve bonusu bol vakitlere havale edilmiş; hayatın içinde akması gereken ve topluma hayat vermesi gereken değerler ise bireysel konfor alanına indirgenmiştir.

Çok tanıdık geldi değil mi bu açıklama size de!

Öyleyse diyebiliriz ki; biz, bizi “biz” yapan” sevgi, kardeşlik, barış, paylaşım, yardımlaşma, merhamet, adalet, nezaket gibi sayısını çokça artırabileceğimiz manevi dinamiklerimizden “kopmadan” ve bu dinamikleri yaşadığımız çağa uyarlayabildiğimiz ölçüde “medeni ve uygar” olabiliriz.

Dolayısıyla “medeni” olmak dediğimiz şey; çağın rengini almak değil, kendi medeniyetten aldığınız güç ve dinamizm ile yaşadığın çağa renk ve şekil vermeyi gerektirir ki zaten İlahi beyanın da ısrarla andığı şey “tam olarak” budur!

(Devam edecek) 

<