M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KENDİNE BORÇLU KALMAK (1)

Ard arda gelen haberlerle paslı ve yorucu bir iklimden geçiyoruz. Bu iklimde sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz, ufkumuz da yorgun artık ve biraz nefes almaya, bir parça tebessüme, bir tutam umuda, teşehhüd miktarı sakinleşmeye, hiç olmazsa normalleşmeye, durmaya ve durulmaya ihtiyacımız var.

Peki bunca hengâme içinde bu nasıl olacak?

İnsan suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulur” buyuruyor Celalettin-i Rumi. Bizim düştüğümüz yer de kalkacağımız yer de tam da burasıyla ilgili sanırım. Zira insan düştüğü yerden kalkar der arifler.

Kendi kudreti ile nefes bile alamayan, gözünü kırpamayan, ağzından tek bir kelime çıkaramayan, adım atamayan, ayakta bile duramayan bir varlık olan insan tam anlamıyla kendisini yaratanına muhtaç iken; inkâr dediğimiz şey bütün sahip olduklarının insanın kendi yeteneklerinin bir sonucu olduğunu düşünmesi, vehmetmesiyle başlıyor.

Dilimizde en çok tekrarladığımız ama üzerinde en az tefekkür ettiğimiz gerçeklerden biridir bence bu. 

Kimliği, yaşı, konumu ne olursa olsun günümüzde hemen her insan kendinde bir güç, bir yetenek, bir üstünlük bir bağımsız irade vehmediyor ve bu vehmi başkalarına gösterme derdiyle kıvranıyor. Zira dünyayı kendi parmağın ucunda dönen bir şey zannediyor ve sırf kendi Kâbesini tavaf ettiği için de her şeye hâkim olduğuna, her durumu yönettiğine, her harekete yön verdiğine, bunları hep kendi gücüyle, aklıyla, enerjisiyle yaptığına inanıyor.

Bunca kibri, enaniyeti, böbürlenmeyi ve pervasızlığı başka türlü açıklamak mümkün değil zihnimin labiretinde.

Kabul etsek de etmesek de farkına varsak da varmasak da başkalarına tahammül edemeyişimiz kendimizi kendi sınırlarımız içinde göremeyişimizden. Bir parçacık sevebilmek, azıcık da olsa barışık yaşayabilmek adına o kadar büyütüyoruz ki kendimizi, başka herkes az ya da çok değer kaybediyor gözümüzde.

Zira sahip olduklarımızın bize bağışlanmış birer nimet, kaybettiklerimizin birer imtihan vesilesi olduğunu bilenler ve hayatın bir kader üzere aktığına hakkıyla inananlar için hayat nasıl olur da içinde bu kadar çok kavga gürültü biriktirebilir anlamak mümkün değil! 

Demek ki atladığımız, görmezden geldiğimiz bir şeyler var.

En alelade sohbetlerimizde dahi konu insanın zayıflıklarına, defolarına, samimiyetsizliklerine, düştüğü nefsaniyet çukurlarına geldiğinde ustaca zihin hamleleriyle konuyu kendimizden uzaklaştırıyor, anlatılanı bir meçhul günahkarın hikayesiymiş gibi dinlemeye başlıyoruz. Çünkü biz daima konunun dışında oluyoruz bir şekilde ve bütün insani, ahlaki, dini çözülmeler, bozulmalar, çürümeler faili meçhul bir şekilde hep bir başkasının, başkalarının başına geliyor.

Farklılıkların ortadan kalktığı, birbirimize aynılaşacak kadar çok benzediğimiz tek nokta belki de burası; gaflette olan, hataya düşen, kibrinde boğulmuş o aciz "günahkâr" hiç biz değiliz, hep başka biri! Buna karşılık ise bizim sevaplarımız, doğrularımız, faziletlerimiz hiç bitmiyor. 

Ne acıdır ki bu mesnedi olmayan "tamam"lığın, şaşmaz bilgeliğin, şaşırmaz adamlığın, yanılmaz doğruluğun merkezinde sadece biz varız ve hakikat dediğimiz şey bizim tekelimizde. Bu yüzden olsa gerek her farklılığı noksansız bütünlüğümüze, şaşmaz insanlığımıza, yanılmaz bilgeliğimize yöneltilmiş haddini aşan bir itiraz olarak vehmediyor ve öfkeleniyoruz.

Oysa ki “ben” kavramı üzerine bina ettiğimiz her şey sinsice damarlarımızda dolaşan bir zehir, kendini hiç açık etmeyen, dilimize hiç vurmayan, kendini kör derinliklerimize gizleyen bir isyan olarak bizi içten içe çürütüyor!

Hemen hepimizin içinde çöreklenmiş; her şeyi bilen, her bir şeyi başaran, hiç yanılmaz, hiç yenilmez, hiç şaşırmaz, hiç boyun eğmez, hiç hataya düşmez olduğumuzu usanmaksızın kulağımıza fısıldayan bu çürümüşlükle bütün vaktimizi ve enerjimizi yanlışları teşhis etmeye ayırdığımız için doğal olarak hakikatle hiç yüz yüze gelemiyoruz. 

(Devamı yarın)

<