M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KENDİNİZE UĞRAMADAN GİTMEYİN BU DÜNYADAN (1)

M. Rıdvan SADIKOĞLU

Sözün frenlerinin boşaldığı keder verici zamanları yaşıyoruz aynı çağın göğsünden süt emen insanlar olarak. Hemen herkesi içine çeken bu felaket aslında sözlerle ateşini harladığımız devasa bir yangın olarak hepimizi yakıyor ama ağzımızdan çıkacak herhangi bir sözü herkese duyurmazsak dünya eksik kalır sanıyoruz.

Oysa ki, konuşarak anlamı çoğaltmıyor aksine anlamsızlığı büyütüyoruz

Zira merhameti, şefkati, muhabbeti ve daha da kötüsü hakikati olmayan sözlerin gün geçtikçe vahşileşen kör dövüşü içinde haklılığına inanarak keskinleştirilmiş kelimelerle vuruşan, birbirine ölümcül yaralar açan insanlarla dolu artık bu paslı zaman dilimi. 

İtip kakmaya müsait sözler, deşip kanatılabilecek ayıplar, doğru hissettirebilecek yanlışlar, vurup kırmaya amade duygular, sığ lafazanlıklar ve bütün bunları aşan kişilik bozukluklarıyla ne kadar acı ki, “doğruyu bulalım” diye sürdürüyoruz bu sözel itiş kakışı.

Peki neden bunca lafazanlık?

Hepimiz dünyayı “kendimizle, kendi kelimelerimizle, kendi düşünce dünyamızla, kendi doğrularımızla” doldurmaya çalışıyoruz çünkü. Bu yüzden de her sözümüzün dünyada söylenen “en etkili söz” olmasını istiyor; her söylemimizle insanların aradığı ana fikrini bulmasını, oradan öteye hiç kimsenin geçmemesini bekliyoruz. 

Hayır, hayır! 

Aslında bunu yüksek sesle söylemiyor, dünyaya ilan etmiyoruz ama sinsi, zehirli, çürütücü ve ruh dünyamızdaki manevi dinamikleri yerle bir eden bu arzunun içimizin her köşesini adım adım işgal etmesine, bütün benliğimizi ele geçirmesine, uzun zaman içinde güç bela inşa ettiğimiz bütün insani değerlerimizi tarumar etmesine ses çıkarmıyor, engel olmuyor; kim bilir, belki de olamıyoruz. 

Sözün şehvetine kapılarak sırf kendi Kâbe’mizi tavaf ettiğimiz, kendi egomuzu kutsadığımız için de insan olmak için bir arada tutmaya çalıştığımız hemen her şey metruk bir bina gibi kopuyor, çözülüyor, uzaklaşıyor birbirinden. Çok uzun sürecek bir yıkılışı, çöküşü, devrilişi günbegün yaşayarak üstelik.

Yaşı kırk ve üstü olan okuyucu kardeşlerim iyi bilirler;

Daha düne kadar ‘konuşulacak yer’ ve ‘susulacak yer’ diye bir ayrım vardı ve o günlerde bir insan için ‘susulacak yer’, ‘konuşulacak yer’den çok daha önemli bir şeydi. Bir mecliste, bir aile ziyaretinde, bir dost toplantısında anlamı olan şeyleri söyleyenlerin ortak özelliği, ‘susulacak yer’i iyi biliyor olmalarıydı. O yüzden az konuşurlar, söylediklerinde sözün hakkını verir, anlama mevzi kazandırırlardı. 

Bugün ise ne yazık ki bir yerde iki dakika sabit kalamayan, sürekli bir hareket ihtiyacı içinde olan, sürekli kendini eğleyecek, heveslerini okşayacak, nefsine hitap edecek bir değişim arayan; neredeyse hiçbir sözü bitinceye kadar dinleyemeyen, etrafındaki hiçbir hikâyeye ve aslında hiçbir insana sahici bir dikkat ve ilgiyle bakmayan; buna yetecek sabrı olmayan insanların bütün o iri iddialarına rağmen aslında hiçbir anlama tam olarak kök salamadıklarını fark edeceksiniz. 

Evet, o zamanlara rağmen bugünkü “modern” insan, dış dünyasındaki hareketi arttırmak ve sürekli hale getirmek isterken bilinçsizce içindeki dünyanın zenginliğinden vazgeçiyor yavaş yavaş. 

Peki nedir çözümümüz?

Sanırım bir video konferansta söylemiştim “kendinizle kalabalık kaldığınız anları kaçırmayın” diye ve eklemiştim; “çok konuşmayın ki, diliniz sizi sağır etmesin!”

Neden?

Çünkü insanın bedeni koşuşturmaya, dili ise konuşmaya biraz olsun ara verdiğinde, zihni hemen harekete geçiyor. Etrafını görme, neler yaşandığını gözleme, hayatın sokak aralarına, hikayelerin derinliklerine, sözlerin enginliklerine nüfuz etme imkânını yakalıyor; bütün bunların tek tek ve beraberce ne anlama geldiği üzerine düşünmek mümkün olabiliyor.

Kendimizle kalabalık kaldığımız bu yalnızlık anları o kadar bereketli ki insan o anlarda hatalarını görebiliyor, o anlarda açılan görüş menzili ile yanılgılarını keşfedebiliyor, o anlarda onu ısrarla kollamaya çalışan iç sesini duyabiliyor ve o anlarda ruhunun aslında ne kadar çıplak olduğunu fark edebiliyor. 

O anların bereketi (ve bence rahmeti ile) nefsimizin elini güçlendiren bahanelerimiz sönüp gidiyor, kulağımıza fısıldanan dosdoğru hakikatlerle sonu gelmeyen mazeret arayışlarımız ciddiyetini kaybediyor gözümüzde.

Yani susmayı becerebildiğimiz, kendimizle baş başa kaldığımız o anlar yenilenmek ve tazelenmek için bir imkân, zihnimizin kapalı pencerelerini gün ışığına açmak için paha biçilemez kıymette bir fırsat kanımca. 

Artık kölesi haline geldiğimiz elimizdeki cep telefonlarından başımızdan aşağı boca edilen enformasyon sağanağında türlü sebeple eğilip bükülen, bin bir beklentiyle abartıya bulanan iddialar; yaşanmadığı ve sırf söz olsun diye ortaya saçıldığı için tabiatı icabı samimiyetinden kaybeden sözler, bir yerlerden doldurulup avuç avuç ekranlara dökülen ifadeler, harf sayılarına sığdırılmaya çalışılan keskin uçlu kelimelerden uzaklaştıkça kendi duygularımız, düşüncelerimiz, hayallerimiz ve hikayemizle yeniden buluşabilme fırsatını yakalıyoruz çünkü. 

Emin olun ki o anlarda hayatında birçok yerin boş kaldığını, giderek de boşalmakta olduğunu kederle fark ediyor insan. Yerini dolduramadığımız, dolduramayacağımız birçok sima, birçok ses, birçok duygu, birçok can, burnumuzu sızlatan birçok hatıra ile yüzleşiyor; birçok söylenememiş, yaşanamamış şeyle burun buruna geliyorsunuz. 

Zira o anlar bir neşter görevi görüp nefsimize çizikler açarak kine, öfkeye, hırsa, düşmanlığa, nefrete ait kötü kanı ve müzmin iltihabı akıtıyor ve orda doğan boşluğa kendi varlığımızı yerleştirerek önüne gelen her şeyi öğüten bu dünya değirmenine sahip olmaya değil şahit olmaya geldiğimizi haykırıyor tüm benliğimize. 

(Devam edecek)

<