ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

Kırk Ambar BABIÂLİ'NİN BÜTÜN KALELERİ YIKILDI…

Babıâli sevgisiyle yetişen bizim nesil; gazete merkezleri birer ikişer İkitelli'ye gitmeye

başladığında, içimize bir hüzün çökmüş, Babıâli'ye veda eden bu gazetelerin binalarını

görmemek için önünden geçmek bile istememiştik.

Tek tesellimiz; Meşrutiyet'te İttihat ve Terakki'nin genel merkezi olan harap binada

kalmakta direnen Cumhuriyet Gazetesi'nin, tarih kokan ahşap yapısının heybetli duruşuna

aşık gözlerle bakmaktı. Bu avuntu bir süre devam etti.

Ne var ki, bir gün Cumhuriyet de aristokrat Şişli'ye kaçınca, yüreğimiz yeniden

burkuldu. Bu kez teselliyi; büyük Atatürk tarafından Milli mücadele de dünyaya sesimizi

duyurmak için kurulan Anadolu Ajansı'nın Babıali'deki binasında bulduk.

Anadolu Ajansı, bizim gençliğimizde yani 1960'lı yıllarda, Atatürk'ün manevi kızı

Ülkü'nün eski eşi Kemal Doğançay’a ait Cağaloğlu'ndaki bir binada hizmetini sürdürürdü. O

zaman adı Doğançay İş Hanı olan binanın 2 katı Anadolu Ajansı İstanbul Bürosu tarafından

kiralanmıştı. Diğer katlarda avukatlar ve galiba bir de noterlik vardı. Sonra hatırlayamadığım

bir tarihte, Anadolu Ajansı'nın, bu binanın tamamını satın aldığını duyduk ve mutlu olduk.

Hatta işhanın girişindeki ad silindi ve oraya " Anadolu Ajansı" tabelası asıldı.

Cumhuriyet'in elvedasından sonra, işte Babıali'de son kalemiz Anadolu Ajansı'ydı.

Kenan Akın ile birlikte, bir meslektaşımızı ziyaret etmek için telefon ettiğimde, telefona

çıkan bir görevli; "Efendim, biz Topkapı'ya taşınıyoruz" demez mi, başımızdan aşağıya kaynar

sular döküldü.

Son kalemiz de Babıâli'ye veda ediyordu. Kenan ve ben bir süre sessiz kaldık.

Şimdi bu yazıyı okuyan yeni nesil, bu duyguları yaşadığımıza dudak büküyordur.

Doğrudur. Dün yanlış olan, bugün doğru oldu. Doğru olanlar, yanlış... Çağın ana ilkesi maddi

değerler (!), mesleğimizde de manevi değerlerin önüne geçti.

İnanın; Babıâli'yi yaşayan bizim nesilde, bugün anlatılması mümkün olmayan bir bağ

vardı. Dünya görüşü ve fikirleri ayrı ayrı olanların, akşam aynı masada kardeşçe

yakınlaşmalarını gören mesleğimiz dışı insanlar, şaşkınlıklarını saklayamazlardı. Gazeteciler

kitaplardan öğrenemediklerini, meslektaşlarından öğrenirlerdi. Şimdi herkes kendi bildiğinin

doğru olduğunu sanıyor ve kimse kimsenin görüşüne saygı duymuyor.

Bakıyorum da, demokrasiyi savunanlar bir türlü demokrat olamıyorlar. Düşünce ve

ifade özgürlüğü diye feryat edenler, aksi düşünceleri kabullenemiyor, hazmedemiyor ve

hemen "öteki" damgasını vuruyor.

Bakın nereden, nereye geldik.

Babıâli'yi yitirmek üzereyiz. Kenan Akın sözümü kesti. "Hayır, hayır. Babıâli'yi değil,

Babıâli terbiyesini, Babıâli felsefesini yitirdik" dedi.

Doğruladım...

Bize düşen görev, ilgili belediyeyi uyararak, hiç olmazsa, bir zamanlar gazete

merkezleri olan binaların görünen yerlerine, kısa bir bilgi notuyla bu tarihi mekânları

tanıtalım ve unutturmayalım.

Babıâli'yi yaşatalım…

Şimdi o binaların önünden geçerken kafasını çeviren meslektaşlarım ve ustalarım, hiç

olmazsa o küçük tabelada, büyük anıları yaşasın…

2

Babıâli ve anılar deyince aklıma ne gelir? Ne gelecek. Yanı başımda bu sözleri

paylaştığım büyük dostum, büyük gazeteci Kenan Akın. Kenan'ın anıları kitap değil,

ansiklopedi olur. Babıâli'de, emeği sınırsız olan ve meslektaşları arasında sevgi halesi yaratan

ender insanlardan biridir Kenan.

Hele ki, benim tabirimle "O, Ortadoğu'nun Ordinaryüs Profesörüdür." Ve en yakın

dostları, ya Kral, ya Başkan, ya da o ülkenin en yetkili şahsiyetleridir. Sık sık anlattığı iki anıyı

size aktarmazsam bu yazının değeri azalır.

Birincisi;

ÇAĞLAYANGİL'DEN SADDAM UYARISI

Kenan Akın, 1970'lerin başında dönemin Türk Dışişleri Bakanı İhsan Çağlayangil Irak'a

düzenlediği resmi ziyareti izleyen tek Türk gazeteciydi.

Ziyaretin baş aktörü ise Saddam Hüseyin'di.

Usta gazeteci kitabında Saddam'la görüşme sonrası Çağlayangil'in kendisini "Sakın

bunları ne yaz, ne de kimselere anlat!" diye uyardığını belirtiyor: "(…) 'Bu Arap, bambaşka bir

Arap” diyordu.

“Gerçekten de değişik bir Arap, muhteris, cesur ve küstah! Bedevi rolünü tehlikeli bir

şekilde oynamak istiyor.

Kendine çok güveni olduğundan da, tehlikeli ve kurnaz."

"Sahte bedeviye benzetilen, Saddam Hüseyin'den başkası değildi.

Çağlayangil'in, bu tarihi görüşmeyle ilgili son sözleri de aynen şöyleydi: "Tehdit eder

gibi konuşuyor, imalarda bulunuyordu.

Aslında, onları yıllarca yöneten Osmanlıların Nazırı olduğumu hissettirmeye çalıştım.

Fakat tercüme iyi oldu mu bilmem.

Petrol vermek istemiyor.

İnsan, Dicle'nin bir suyunu keselim bakalım, ne olacak durumları? diye düşünüyor."

Çağlayangil'in asıl teşhisi ise gerçekten de hem korkunç, hem de ileri görüşlülüğün

zirvesindeydi.

"Saddam, yakında El Bekir'i devirip Irak'a hâkim olur.

Saddam, 1974'ün Temmuzunda Devlet Başkanı Ve bölgenin başına da bela olur!"...

İkincisi;

CASTRO FİZAN'DA KADDAFİ'NİN KONUĞU

Kenan Akın, Küba'nın efsanevi lideri Castro'nun gelişine de tanıklık etmişti;

"Libya Halk Kongresi Fizan bölgesinin Sebha şehrinde toplanmıştı.

Aynı zamanda devrimin yıl dönümü de kutlanıyordu.

Kaddafi'nin "onur konuğu" Castro, Sebha'ya kadar gelmişti.

Kumların ay ışığında pırıl pırıl parladığı ve küme küme oynadığı "nefis" bir çöl

gecesinde, yakılan yüzlerce meşalenin aydınlattığı Sebha Havaalanı'na Castro'yu getiren uçak

indiğinde, Bedevilerin sıktığı kurşun, kadınların "hel hele" çığlıkları unutulur gibi değildi.

Castro bütün heybetiyle, Albay Kaddafi ile kucaklaşırken mermilerin ve "hel hele"lerin

artan sesleri birbirine karışıyordu.

Pistin kenarlarında rengârenk kıyafetli Bedevilerin koşuşan atları ve elden ele dolaşan

meşaleler, bu tarihi buluşmaya eşlik ediyordu.

Küba'nın ateşli Marksist lideri Castro, diktatörün sofrasında konuğu olduğu gece,

Kaddafi, Kuran-Kerim'i Libya'nın anayasası olarak ilan etmişti.

Gerçekten de, tarihin "garip" bir cilvesi daha tecelli ediyordu.

<