ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

Kırk Ambar TERKEDİLEN BABIALİ HER SABAH UMUTLA O GÜNLERİN İNSANLARINI MI BEKLİYOR…

Baharın yeryüzüne ilk gülücüklerini gönderdiği güneşli bir gün… Güneşli, ama kararsız bir gün…
Ceketinizin sırtınızda. Sabahın en erken saatinde, güneş çok parlak da olsa, sanki ona
güvenmiyorsunuz gibi, pardösünüzün kolunuzda asılı olduğu bir gün. İstanbul bu, belli olur mu, bir
kapatırsa gözlerini, yağmur başlayıverir…
Sabah yola çıkan ilk otobüse Bakırköy'den bindim, sahil yolundan Eminönü'ne 18 dakikada
geldim. Ohh, ne güzel, İstanbul sabah sessizliğiyle, eski İstanbul gibi… Deniz kokusu, Eminönü'nü
sarmalamış.. Bir iki vapur, ilk yolcularını iskeleye bırakıyor. Herkes yorgun, mahmur, sıkıntılı …
Düşünüyorum, bu Eminönü'nün adını da değiştirdiler. Fatih yaptılar. Fatih nere, Eminönü
nere… Şimdi Kadıköy'den veya Boğaz'dan kalkan vapurlarımızın tabelasına Kadıköy-Fatih mi,
yazılacak. Aklım almıyor. Zaten bir dosta bir mektup, bir paket gönderirken, yılların alışkanlığıyla
Babıâli adının arkasına, ya Sirkeci, ya da Eminönü yazıyorum. Hiç darılmasınlar ama, Fatih adı hiç
yakışmıyor oralara… Sakın Fatih Sultan Mehmet gibi çağını aşmış, reformist bir büyük imparatordan
değil, küçük hesapların peşinde politika yapmayı alışkanlık haline getirmiş küçük insanları
kastediyorum. Madem Eminönü'nü kaldırdılar, hiç olmazsa tarihimize yön veren Babıâli gibi bir
semtin adını verebilselerdi.
Babıâli'ye doğru yavaş yavaş yürüyorum. Sahilde gezen martıların bile ahlakı değişti. Denizleri
kuruttuk, balıkları bitirdik diye, karalara dalıyorlar, avaz avaz bağırarak…
Solumda 2. Abdülhamit'in Alman mimara yaptırdığı Sirkeci Garı, üzgün. Jaketatay altına kot
pantolon giymiş birinin görüntüsündeki Marmaray'ın istasyonunu mu hazmedemiyor acaba ? Kristal
bardaklarla doldurulmuş antik büfe içine plastik bardak konmuş gibi tarihi Marmaray Sirkeci
İstasyonu
Hemen karşısında meşhur Konyalı Lokantası… O da, ahşaptan plastiğe geçişin çirkinliğini
yemeklerin lezzetine karıştırdı mı, diye düşünüyorum.
Konyalı'nın bir iki bina ilerisinde orta katlarda ünlü avukat kardeşlerin isimleri yazılı tabelayı
arıyor gözlerim. Av.Burhan Apaydın, Av.Orhan Apaydın. Hayır, hayır o tabela da yok. Ne hukukçuydu
bunlar. Burhan Apaydın, Yassıada'da Adnan Menderes'i savunurken "Yere düşmekle altın, sakıt
olmaz kadr ü kıymetten" demiş, ortalık da karışmıştı.
Karşıya geçmek için hazırlanırken köşedeki bankayı görünce, aklıma Orhan Erinç geldi. Bir
sohbette o bankanın yerinde ‘işkembeci‘ olduğunu söylemişti. Hatırlamıyorum...
Sonra İstanbul Lokantası geldi aklıma. Sol kollarında sarkıttıkları bembeyaz ipek peçetelerle,
deneyimli bir diplomat nezaketinde hizmet veren İstanbul Lokantası garsonları… Ve asalet akan
müdavimleri…
Ankara Caddesi'ne girer girmez, sağ kolda bir yerde. Bakıyorum, arıyorum fakat tam neresi
olduğunu çıkartamıyorum. Pasajlar, pasajlar. Hangisi acaba? Ünlü İstanbul Lokantası'ndan bir tek
emare yok…Öyle sarmış ki çevreyi, cep telefonu satıcıları, bulamıyorum. Tevekkeli değil, 75 milyon
vatandaşımıza. 85 milyon cep telefonu. İşte büyük ekonomi (!) bu herhalde. Üretmeden tüketme…
Elli, altmış adım atıyorum. Ohh, çok şükür, maziden bir miras. Filibe Köftecisi… İttihat
Terakki'nin koca koca adamlarının tiryakisi olduğu mekân. Işıklı tabelası yok, otomatik kapısı yok,
plastik tezgahı yok, bugünden hiç bir şey yok. Dünden her şey var. Bakalım ne kadar dayanacak…
Yürüyorum. Hemen üst sokağın köşesinde; badanasında, kirecinde, sandalyesinde, masasında,
camında, çayında, kahvesinde, tütün dumanında, kültür kokan Meserret Kıraathanesi… Fikir
adamlarının, siyasetçilerin, Türk edebiyatına mührünü basmış yazarların, şairlerin, gazetecilerin,
ressamların hasılı sanatçıların sık sık buluşup, meşverette (karşılıklı fikir alış-verişi, düşünce platformu)
bulundukları bir kıraathane. Yani kahvehane değil. Kıraathane… Her sözün altın olduğu bir platform.
Adeta bir okul, bir üniversite…

Serzenişlerin, eleştirilerin, takdirlerin edebi değer taşıdığı ve de öğrenenlerin minnet,
öğretenlerin gurur duyduğu bu mabette, şimdi bir bankanın şubesi var… Ne diyebilirim. İçimden,
daha anlamlı bir şeyler söylemek istiyorum, bulamıyorum. Hocam Bedii Faik yanımda olsaydı, en
muhteşem cümleyi o kurar, ben de, ben bulmuş gibi yazardım.
Durun, o mabette yaşanan düşündürücü bir anekdot, belki sizlere Meserret Kıraathanesi'nin
havasını yaşatır;
"Süleyman Nazif ile İçtihat Dergisi sahibi Abdullah Cevdet can arkadaşlar. Gel gör ki, bir süre
sonra bu arkadaşlık bilinmeyen bir sebepten bozulur. Konuşmazlar. Bir süre sonra, Süleyman Nazif
vefat eder. Tabii arkadaşı Abdullah Cevdet çok üzülür, cenaze merasimine katılır. Aradan bir iki hafta
geçer, Meserret'te ustalar sohbet ederlerken, söz Süleyman Nazif'e kadar gelince, Abdullah Cevdet
anlatmaya başlar; "Dün Süleyman Nazif'in kabrine gittim, uzun uzun sohbet ettik" deyince, oradan
biri laf atar "Ne dedi sana?" Süleyman Nazif, tam cevap verecekken, kenarda okuduğu gazeteden
başını kaldıran Ercüment Ekrem; "Ne diyecek yahu, böyle gündüz gündüz gelme, gece yatıya gel
demiştir."
Meserret'in önünde yokuş diklenmeye başlar. Bacaklara kuvvet. Kafamı sağa çevirdim. O
devirde, iş sahibi bir kişide olması gereken en önemli şeylerden biri de ajandadır. Ama Ece Ajandası.
İşte bu ajandanın ana merkezi, ama kepenkleri inmiş, sanki Babıâli'ye küsmüş gibi. O da yok…
(Devamı haftaya)

<