Kırk Anbar İP TAŞI KESER DE, BENİM AKLIM MATEMATİĞİ NASIL KESMEZ ?..
İsmail Kemal Bayraç (Sarı Kemal) lisede matematik öğretmenim. Müthiş otoriter bir adam. Beni
çok seviyor ama ben iyi bir öğrenci değilim. Habire 2 ile 4 arası gidip geliyorum. Tabii o zaman notlar
10 üzerinden veriliyor. 5’e ulaşmam için çaba bile sarfetmiyorum. Bunu hocam çok iyi anlıyor.
Üstelik sınıf başkanıyım. Birgün yine beni tahtaya kaldırıyor. İşte bakın “tahtaya kalkmak” ilginç bir
tabir değil mi? Şimdi böyle bir deyim var mı? Bilmiyorum? Neyse ben yine tın tın.
İsmail Kemal Bayraç sertçe:
- Oğlum sen iyi ve terbiyeli bir çocuksun, niçin çalışmıyorsun?
Ben de bu sıcak yaklaşımdan cesaret alarak ve biraz da cüretkârane ne desem beğenirsiniz?
- Hocam. Bana meclis kürsüsünde matematik lazım değil.
Kızdı. Kıpkırmızı oldu ve sertçe:
- Cahil oğlum. Hitabet bile matematiğe bağlıdır. Bunu unutma...
Ne doğruymuş...
O zaman en büyük hâyâlim, politikacı olmak. Hem de öyle sıradan milletvekili değil, kesin bakan
olacağım. Ehh başbakanlık da o kadar uzak değil. Ne kadar ünlü politikacı varsa, hayatlarını okuyor,
sözlerini ezberlemeye çalışıyorum. Yani kendimi bu işe iyice hazırlamışım.
Aradan yıllar geçiyor. Akkan’la Dünya Gazetesi’nde çalışıyoruz. Bu arada CHP’de kazan kaynıyor.
Prof. Turhan Feyzioğlu, yanlış hatırlamıyorsam 51 arkadaşı ile beraber CHP’den istifa ederek. Güven
Partisi’ni kuruyor. TBMM’nin şimdiye dek görmediği muhteşem bir kadro. Emin Paksüt’lerden,
Coşkun Kırca’lara, Ferit Melen’lerden, Orhan Öztrak’lara, Fethi Çelikbaş’lardan İrfan Solmazer’lere
kadar...
İçerde 16 eski bakan, 14 profesör var. O devirde 51 parlamenterden yalnız bir kişi lise mezunu, o da
Ahmet Üstün diye Ankaralı bir toprak ağası. Yani müthiş bir kadro, hem deneyimli, hem kariyerli...
Dünya Gazetesi, bu hareketi destekliyor. O zaman Dünya en ciddi fikir gazetelerinden birisi. Yazarları
ise Falih Rıfkı ve Bedii Faik gibi büyük iki usta. Bedii Faik ile Prof.Turhan Feyzioğlu flört ediyorlar
ve duyuyorum ki, Feyzioğlu sık sık Bedii Bey’i ziyarete geliyor.
Birgün, Bedii Bey seni çağırıyor dediler, gittim. Odada Prof.Feyzioğlu var, elini sıktım, ayaktayım.
Oturmak haddime mi? Prof.Feyzioğlu bana alıcı gözle bakıyor. Ben sanıyorum ki, Bedii Ağabey
“falan filan şeyi haber yap, Kayhan’la Tekin’e de göster, onaylarını al, yayınlayın” diyecek.
Birden bana döndü ve:
- Sana görev veriyoruz, bu partinin gençlik kollarını kuracaksın.
Öyle bir söyleyiş biçimi var ki, cevap alınması gereken bir ifade değil. Gerçi cevap beklese de “hayır”
diyecek yetkim yok...
Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz...
Hâyâllerim gerçek oluyor. İşte politikaya yaşıma göre en iyi noktadan başlıyorum.
Gençlik kollarını İrfan Solmazer’e bağlamışlardı. Hemen çalışmaya başladık. İstanbul kazan, biz
kepçe, ilçe ilçe geziyoruz. İstanbul bir hârika. Özellikle il yöneticilerimiz müthiş çalışıyorlar. Oğuz
Oran ile Yaşar Keçeli’yi hayranlıkla seyrediyorum, “işte ben de böyle devletim, milletim, partim için
çalışacağım” diyorum. Birlik, beraberliğin en güzel örneklerini veriyoruz.
İl yönetiminde, son sırada görev alan, hiçbir işe yaramayan bir kasaba avukatı günün birinde ortaya
çıktı. Parti içinde itibarı olmayan anarşist ruhlu bir adam. İstanbul’da bir kaos başladı. İl yönetimi
karışıverdi. Nazara mı geldik?
Derken genel merkezin başta Feyzioğlu olmak üzere bütün ünlüler İstanbul’da. Araştırma, soruşturma,
tahkikat. Beni de dinlediler.
Aaa, bir de baktım ki, o kaliteli kadro, kapı dışarı. Gammazcı avukat görevde. Hem de yeniden
yapılanma için başa... Şaşırdım. Bu gübre yığınını, altın madenine tercih etmeye benziyordu. Bu nasıl
bir değerlendirme idi? Bu düpedüz nankörlüktü. Ağlıyorum ve ben de görevimden istifa ediyorum ve
binayı terkediyorum...
2
Prof. Feyzioğlu’na benim ayrıldığımı söylüyorlar, hemen çaycı Pehlivan’ı (Orhan Öztrak’ın
hemşehrisi, lakabı pehlivan) arkamdan gönderiyor, Pehlivan beni İlkyardım Hastanesi önünde
yakalıyor. Geri geldim.
Hocam diye hitap ettiğim Prof. Feyzioğlu, önce bana iltifatlar ediyor, geleceğimin parlak olduğunu,
kafamın iyi çalıştığını ama politikada deneyimim olmadığını söylüyor ve ekliyor:
“Bak Engin, sen bana ve partimize lazımsın. Duygularını anlıyorum, anlıyorum ama politikada şunu
asla unutma.
YIK, PARÇALA, BÖL. FAKAT HÜKMET.
Ben İstanbul’a hükmedemiyorum.”
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Hiçbir şey söyleyemedim. Sustum, kaldım. Bir süre daha
kaldım. Ama bu haksızlığı asla içime sindiremiyordum.
Okuduğum kitaplardaki politik anekdotlar, bir bir aklıma geliyordu.
Churchill:
“Politikada en zor şey karşı parti ile mücadele etmek değil, kendi partinin içindekilerle mücadele
etmektir” diyordu.
Goethe ise, kararlıydı:
“POLİTİKADA AKILLI OLANLAR LİDER,
KURNAZ OLANLAR ZENGİN OLUR.
APTALLAR DA ÇALIŞIR.”
Hele ki, yine Churchill’in Amerika’daki basın toplantısında, Amerikalı gazetecinin “Siz başarılı bir
politikacısınız. Politikaya atılmak isteyen gençlerin, iyi bir politikacı olması için ne tavsiye edersiniz”
şeklindeki sorusuna verdiği cevap aklımdan çıkmıyor.
“İyi bir politikacı yarın, ertesi gün, bir hafta sonra, üç ay veya bir yıl sonra neler olacağını tahmin
eden, önceden gören insandır.
Sonra duraklıyor, iki-üç nefesten sonra gülümseyerek devam ediyor.
‘Sonra da, tahminlerinin niye çıkmadığını inandırıcı ve ikna edici sözlerle anlatabilen insan...’”
Evet bu iş, bana göre değildi. Nankörlüğe asla tahammül edemiyordum.
“Politika, tren gibidir. Kimi iner, kimi biner. Tren de rayında gider.” diyorlardı ama ben yola çıktığım
hiçbir insanı, trenden aşağı zorla indiremezdim, anlayışım buna izin vermezdi.
Sonuçta politikanın çok nankör bir iş olduğunu, erken öğrenmiştim. Bu benim için bir avantajdı.
Ne demişler:
“İNSAN HAYATTA HATA İLE TECRÜBE SAHİBİ OLUR. BU HATALAR NE KADAR ERKEN
OLURSA KÂR O NİSPETTE BÜYÜKTÜR.”
“Ben verilen bir sözün kutsallığına, bir kimsenin sözünün onun bonosu kadar iyi olması gerektiğine,
ve en yüce değerin zenginlik, iktidar veya mevkii değil, karakter olduğuna inanıyorum.” diyen John
Rockefeller’in bu sözüne gönülden katılıyorum.
Fakat zaman zaman düşünürüm. Konu ettiğim siyasi parti kendini feshettikten sonra aynı kulvarda
koşan büyük bir siyasi partinin teklifini kabul etseydim hiç de fena olmazdı.
Utandım. Ne yapalım kısmet...
Bakın nerden, nereye geldik.
Matematik Hocam Sarı Kemal’e verdiğim cüretkârane yanıt, gerçekleşmedi. Meclis kürsüsüne
çıkamadık, fakat gençken aklımın bir türlü kesmediği matematiği, hayat mücadelesi içinde öğrenmek
zorunda kaldım. Bir başka deyişle beni topladılar, çarptılar, çıkardılar ve böldüler. Sonunda aklım
matematiği kesti.
Yalnız şunu biliniz ki, gençken matematiğe aklı kesmeyen yalnız ben değilim. İbni Sina da benim gibi
matematiği hiç sevmez. Hep “Yahu benim bunu aklım kesmez” dermiş. Babası onu bir medreseye
ayak işleri yapmaya göndermiş.
Her gün yakındaki kuyudan medreseye su taşırmış. Bir gün kuyudan iple su çekerken bakmış, ip
kuyunun kenarında, taşa iz yapmış, yani taşı kesmiş. Kendi kendine “İp taşı kestiğine göre, benim
aklım da matematiği keser” demiş.
Ve İbni Sina olmuş...
İbni Sina’nın çok güzel bir sözü var, nereye çekerseniz çekin; “Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör
değildir.”
Şimdi Aziz Nesin’in Şiir Defteri Dergisi’nde 1994 yılında yayınlanan müthiş taşlamasını okuyalım.
Tam yeridir.
3
TAŞLAMA
Aklı olan geçmeli hep partiden partiye
Siyaset hayatında yükselmeli part diye.
Demokrasi devrinde kahraman olmak kolay
Dünkü öptüğün eli ısırmalı hart diye.
Dalkavukluk edeyim diye eğildim birgün
Pantolonun arkası yırtılmaz mı cart diye.
Sosyete almaz beni, her meclise giremem
İlçe başkanlarından yok elimde kart diye...
Yirminci tamirinde zavallı sol pabucum
Tramvaya koşarken çıkmasın mı fart diye...
Yaşım kırkbir diyerek, genç diyorlar eskiler
İlik gibi kızlar da beğenmiyor kart diye...
Hiçbir parti kalmadı girip de çıkmadığı
Adam olmadı ama, aday oldu zart diye...
Zülf-ü yare dokunma, kuyruğu sıkışmıştır
Kaba kağıt yırtıyor bir kızdı mı cart diye...