M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KİŞİSEL VİTRİNLERİMİZ (1)

Bir gün birbirini hiç tanımayan ama mecburen bir arada olmaları gereken altı insanın yolu bir yerde kesişti ve hep birlikte uzun ama tehlikeli bir yolculuğa çıktılar.

Ayazın iliklerini dondurduğu bu yolculuk sırasında hava kararmak üzereyken bindikleri araç arızalandı ve kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde yolda kaldılar. 

Kısa sürede etraftan topladıkları çalı çırpı ile büyük bir ateş yakıp etrafında halkalanarak ısınmaya ve gecenin karanlığını dağıtmaya çalıştılar ama bir süre sonra yanan ateş sönmeye, yüzlerindeki sıcaklık hızla azalmaya başladı ve alevler cılız hale geldikçe de karanlık derinleşti. Derinleşen karanlıkla yalnızlıkları arttı ve soğuğu iliklerine kadar hissetmeye başladılar. 

Ya ateşe odun atacak ya da oracıkta donup öleceklerdi. 

Ateşi devam ettirmek ve bu sayede hem soğuktan hem de karanlıktan korunmak zorundalardı. Her birinin elinde birer odun vardı ama kimse elindeki odun parçasını sönmek üzere olan bu ateşe atmaya yanaşmıyordu. 

Halkanın en başında oturmakta olan kadın, ateşin etrafındaki adamlardan biri zenci olduğu için elindeki odunu arkasına saklamıştı; çünkü bir zenci için feda edecek bir şeyi yoktu.

Kadının hemen yanında oturan diğer adam tek tek herkesin yüzünü alevin cılız aydınlığında inceledi. Altı yol arkadaşının içinde kendi milletinden kimse yoktu ve elindeki odunu ateşe atarsa odun sadece kendisini değil “kendinden olmayanları” da ısıtacaktı. Bu yüzden “onları da ısıtmaktansa soğukta kalmaya razıyım” fikriyle elindeki odunu daha bir sıkı tutmaya başladı. 

Hemen onun yanında oturan ve hayatı boyunca bir eli yağda bir eli balda yaşayan zengin adam "sıradan" insanların arasına sığınmak zorunda oluşuna lanetler okumakla meşguldu. Sahip olduğu onca serveti, malı, mülkü, zenginliği zaten “kimseyle paylaşmadığı için” elde etmemiş miydi? Soğukta dahi kalsa elindeki tek serveti olan odunu bu “miskin” insanlar için ateşe atamazdı.

Bu zengin adamın yanında oturan diğer adam oldukça yoksuldu ve üstelik üzerindeki tek ceketini bir hırsıza kaptırmıştı. İnsanların emeğini sömürüp semiren ve haklarını gaspeden zengin adamı iyice süzdü. Zihni böylesine bencil bir adamı ısıtmaktansa soğuktan ölmeye razı olması gerektiğini fısıldıyordu.  

Yoksul adamın yanında oturan zenci adam ise “beyazlara” karşı nefret dolu idi, çünkü hayatı boyunca bu beyazlar ona ve arkadaşlarına eziyetler etmişlerdi. Belki şu an bile “zenci” olduğu için ona yeniden saldırabilirlerdi ve elindeki odun kendini onlara karşı korumak için tek silahtı. Onu ateşe atarsa “beyazlara” karşı “savunmasız” kalacaktı. Bu yüzden soğuktan ölse dahi elindeki bu tek silahını ateşe atamaz ve kendini bildiği günden bu yana ona ve arkadaşlarına türlü işkenceler eden bu insanları ısıtamazdı.

Halkanın en sonundaki genç adam ise bugüne kadar hiç kimseye hiçbir şeyi karşılıksız vermemişti. Anne ve babası ona ancak “aldığı zaman verebileceği”ni öğretmişti. Elindeki tek serveti olan odunu ateşe atarsa hem servetinden olacak hem de onunla birlikte ısınacak diğer beş kişi ona hiçbir şey vermeyecekti. Bu yüzden o da elindeki odunu ateşe atmaktan vazgeçti.

Ertesi gün küllenmiş bir ateşin etrafında donarak ölmüş altı insan cesedi bulundu ve her birinin donmuş ellerinde ateşe atıp ısınmak yerine sıkı sıkıya tuttukları altı tane odun vardı. 

Soğuktan donmuş ellerini bir başkası için vermeye yanaşmayan bencillikleri tutmuştu. Sadece elleri değil aynı zamanda yürekleri de donmuştu her birinin, zira içlerine "senden eksilen aslında sana kalır!" gerçeğinin sımsıcak güneşi hiç doğmamıştı. Gözleri de bencilliğinin ayazından nasiplenmiş, çünkü kendilerinden başkasını görmeyi hiç öğrenmemişlerdi. Kabuğunu kıramayan "ben"likleri "infak" meyvesine durmadan içine kapanıvermiş, çürümüştü.

Tutulan raporlarda hepsinin “soğuktan donarak” öldükleri yazılı idi ama ellerini vermekten geri tutan cimriliğin daha soğuk olduğu kayıtlara geçmemişti. İnsanı büyüklenmenin vadilerine savuran aldırışsızlığın daha karanlık olduğunu o raporlara yazmak kimsenin aklına gelmemişti. "Ben!" dedirten bencilliğin giderek yuvarlanan çığının en amansız ayaz olduğunu da kimse yazmamıştı. Başkalarını görmekten alıkoyan körlüğün en soğuk karanlıkları emzirdirdiğini;  onları öldürenin dışarıdaki soğuğun değil, içlerindeki soğukluk olduğunu ise kimse anlamamıştı. 

Nerden okuduğumu tam olarak anımsamadığım (ve bazı kısımlarını yazımın amacına uyarladığım) bu yaşanmışlığı her anımsadığımda aslında ne kadar muhteşem bir manevi zenginliğe sahip olduğumuzu anımsıyor beynim;

Zira “vermeyene vereceksin!” diyerek bu soğuğun ayazına güneş gibi doğup buzları hepsini eriten sımsıcak kelimeleri fısıldıyor bu zenginlik. 

(Devam edecek)

<