M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KİŞİSEL VİTRİNLERİMİZ (2)

Yetmiyor, “gelmeyene gideceksin!” diyerek karanlıkları dağıtan heceleri fısıldıyor; “kötülük edene iyilik edeceksin!” diyerek de “ben”cilliğin katı duvarlarını yıkan balyozlarını indiriyor insan kalabilenin yüreğine.

Beynim ise bu zenginliğe rağmen “neden bu haldeyiz?” sorusuna cevap bulmak için üşüten bir yolculuğa çıkıyor çağımızın zemheri karanlığında;

1900 lü yıllarda yaşamış Alman sosyolog Georg Simmel “Rüzgar altındaki ağaç, rüzgar dindikten sonra gövdesiyle eski duruş şekline döner” diyor ve; “fakat bu ağaç aynı yönde sürekli esen rüzgara maruz kaldığında en nihayetinde bu yönde eğilir ve daha sonra eğildiği yönde büyümeye devam eder. Toplumsal ilişkiler de insan iradesini, insan bu ilişkilere uyum gösterinceye ve ilişkilerin zorladığı şeyleri önce gereklilik ve daha sonra kendi içinde kendisinden ayrılmaz bir irade olarak hissedinceye kadar kendi yönlerine eğip bükerler” sözleriyle bu tespitini tamamlıyor.

Bize çok hızlı görünen ancak yaklaşık yarım asırdır aslında devam eden haz, hız ve ayartıcı güçlerden beslenen popülist ve nihilist kültür rüzgârının etkisiyle de eğildiği yönde (yazık ki farkında bile olmadan) büyümeye devam eden günümüz insanının yapısı bundan daha enfes bir şekilde tabir edilemezdi sanırım. 

Öyle ya herkese imajlar, kalıplar, ezberler üzerinden baktığımız, bilgiden ziyade duygu ile hareket ettiğimiz, herkese dair fikirlerimizi sekiz on farklı karakter şablonuyla ifade ettiğimiz günümüzde, birbirimizi gerçekte göremediğimiz için; neredeyse birbirini hiç tanımayan, tanımaya imkân bulamadığı gibi buna ihtiyaç da hissetmeyen garip bir toplum haline geliyoruz yavaş yavaş. 

Bu yüzden olsa gerek ki kimse artık kimseyi anlamadığı gibi anlamaya da yanaşmıyor. Birbirimize karşı olan ilgisizliğimizin sonucu olan bir birikimle her günün içini tıka basa dolduracak bir sürü meşguliyete sahibiz ama artık bize ait “yaşanacak bir hayatımız yok” maalesef, zira yönümüzü biz değil esen rüzgâr(lar) belirliyor.

Esen rüzgâr(lar)ın yönü ve şiddetince yaşadığımız bu savrulma haliyle alışveriş yapmak, yeni bir şeyler almak, herkesin sahip olduklarına sahip olmak, popüler şeylerden haberdar olmak, günün trendlerini takip etmek, ekran başlarına çivilenmek, dokunmatik olan her şeye yüzlerce kere dokunmak ama aslında gerçek olan hiçbir şeye dokunamamaktan ibaret gördüğümüz; herşeyi “harcamak” üzerine bina ettiğimiz ve en nihayetinde de bize “yaşayalım” ve yaşadığımız dünyayı en yakın çevremizden başlayarak “cennete çevirelim” diye emanet edilen hayatımızı bozuk para gibi harcadığımız bir yaşam tarzımız var çünkü artık. 

Üstelik tüm bunları (histerik bir şekilde) eşimiz dostumuz başta olmak üzere en yakın çevremizden başlayarak bütün dünyaya gösterebilmek, üstümüze takıp takıştırıp sergilemek, insanlığımızın orasına burasına iliştirip kişisel vitrinimize koyabilmek için bilerek,isteyerek, farkındalıkla yapıyoruz. 

Kendi bedenimizden daha iyi bir beden, o bedeni örten elbisemizden daha çarpıcı bir elbise, kendi yüzümüzden daha güzel bir yüz, kendi yaşantımızdan daha şaşaalı bir yaşantı  arayışı içinde olduğumuz için de, içinde dönüp durduğumuz ve bizi kan ter içinde bırakan bütün bu ‘parlak’ performansların boşa kürek çekmekten başka bir şey olmadığı düşüncesi içinizi kemirmiyor artık. 

Aldığımız ve sahip olduğumuz her “yeni” ile varolanı “eskittiğimizin” farkında dahi olmadan, hep “yeni” nin peşinde koşan benliğimiz ile kendi kendimizi kemirdiğimizi unutmuş bir halde; kendi gölgemize yetişmek uğruna hakikatten her geçen gün biraz daha uzaklaşmamızın acıklı hikayesi bu maalesef.

Modernliğe atılan ilk adımla beraber başlayan bu hikâyede sahip olduğumuz “eski”, bize asli hakikatimizi hatırlatıyor olmasına rağmen; “yeni” olanı kutsamak adına gözden düşürmeyi kabullendiğimiz “eski”mizin değeri azaldıkça bizi toprağımızla irtibatlı kılan köklerimizle de bağımız koptu ve bu kopuş hayatımıza kattığımız her “yeni” ile birlikte hızına hız katıyor. 

Hayatın anlamını sunan ve bu anlamı ötelere taşıyarak ebedi huzuru vadeden o kökler yerinde duruyor ama biz onları göremez, bilemez ve yazık ki umursa(ya)maz haldeyiz artık. Zira modların davranışın yerine geçtiği, kodların standart karaktere dönüştüğü bu zaman diliminde kendini bulması gerekirken kendinden kaçan, kendi gerçekliğine ısrarla gözlerini kapatan, duygusal cetvelinin milimetrik ayrımlarını dahi silmek için çabalayan ve koskoca güneş dururken cılız ışıklarla ömrünü aydınlatma gayretindeki günümüz insanı, herşeyi anlayan ama o herşeyin kendisiyle bağını kuramayan şaşkın bir ruh hali içinde vadedilenin değil, “peşin” olanın derdiyle kıvranıyor. 

 (Devam edecek)

<