M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KİŞİSEL VİTRİNLERİMİZ (3)

Hayatın çılgın akışkanlığı yavaşlayıp kendimizle baş başa kaldığımız,  yorgun argın kendi zihinlerimize döndüğümüz gecenin ilerleyen saatlerinde; yani  her şey o korkunç hızını kaybettiğinde, döngü az da olsa yavaşladığında yakalıyoruz bu farkındalığı

Tam da bu vakitlerde oluşan sessizliğin iç kulağımızı zorlayan uğultusunda hayat bulan bir boşluk yakalıyor bizi. 

Donup kalan insanlığımızla sarsıcı biçimde yüz yüze gelme fırsatı yakalıyor; kendi hayat hikayemizi özetinden nasıl hızlıca okumaya çalıştığımızın, bu özetin öznesi olmak için kendimizi nasıl “görünür” kılmak için paraladığımızın, kişisel tarihimizden toplayarak gelirken sırtımıza aldığımız yüklerimizden kurtulma isteğimizin, sahip olduğumuz her “yeni” ile aslında çoğalmak yerine ne kadar azaldığımızın ve en önemlisi de hayatı gerçekten yaşamak yerine “hovardaca” nasıl harcadığımızın acısını hissediyoruz en derinlerimizde.

Ruhumuz bu boşlukta kulaç atarken gözlerimiz uykunun mahmurluğuna yenik düşüyor ama hayatın eskimeyen, gerçek anlamını fısıldayan ve üstünden ne kadar hoyratça geçilirse geçilsin izleri tamamen silinemeyen bu farkındalığını daha az unutalım, daha sık hatırlayalım istiyoruz içten içe. 

Zihnimizin koridorlarında herkesin birbirini ittiği, birbirinden kuşkulandığı, bazen küçük sebeplerle bazen sebepsizce nefret ettiği bu paslı zaman diliminde sıkışan yüreğimizin katıksız, beklentisiz ve çıkarsız bir sevgiye ne kadar ihtiyacını olduğunu farkediyoruz o an.

Uykumuzu kaçıran bu ihtiyaçla yatağımızda doğruluyor; zihnimizin yanyana getirdiği kelimelerin ruhunu nasıl kaybettiğimizi, anlam derinliklerini nasıl yitirdiğimizi, aciz halimizle bize bahşedilen bu yaşam sürecinde başarabildiğimiz tek şeyin “hatırlamak” olduğunu içimiz ezilerek farkediyoruz. 

Yürüdüğümüz yolun yanlışlığını, hovardaca harcayarak boşa sarf ettiğimiz zamanın kıymetini o anlarda çok yoğun bir duyguyla hissediyoruz ama geriye doğru yürüyerek kendi özümüze, tabiatımıza, insanlığımıza geri dönemiyoruz. Çünkü bu kez üzerimizdeki iğreti elbiseleri tek tek çıkarıp atarak adeta bir firari gibi kaçıp sığındığımız uyuşmalardan elimizi eteğimizi çekip, canımızı yakacak bir zihin ve kalp berraklığına kendimizi teslim edebilecek gücü kendimizde bulamıyor; zıvanadan çıkmış zihnimizin böylesi ağır bir bedel ödemeye razı olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. 

Bütünlüğümüzle, aslımızla, esasımızla aramıza giren; adımlarımızın cesaretini kıran bu “kişisel vitrin” “elalem ne der” putuna tazim ediyor çünkü. 

Bu tazim kısıtlanan ama kontrolden çıkmaya her zaman müsait arzularımızla bir dünya inşa ediyor bize ama bu dünya “biz”den çok uzakta. Biz ise nefsimizi okşayan cazibesiyle hayalimizdeki bu ruhsuz dünyaya ulaşmak için yıllar var yollardayız. Bu yoldaki tek yoldaşımız “sahip olma” arzumuz ama kendimizi o kadar kaptırmış durumdayız ki sahip olmak için çırpındıkça bizi insan kılan meziyetlerimizi de yavaş yavaş kaybettiğimizin farkında bile değiliz. 

Günün sonunda, kendimizle başbaşa kaldığımızda bu yitiklerimizin farkına varıyor, hatta çoğu kez yoğun bir arzu ile geri dönmeyi istiyor olsak bile ışıyan her günle bu arzumuz ölüyor ve biz yolunu kaybedip şarkısından uzağa düşen bir nota gibi ordan oraya savruluyoruz. 

Her şeyi bu kadar konuşup tüketmişken ve hiç kimsenin bir şeyleri konuşmaya yeniden başlamaya, yeniden düşünmeye, fikirlerin ve duyguların sıfır noktasına geri dönmeye tahammülü yokken bunca yanlışı nasıl doğruya taşıyacağız bilmiyorum ama suyu çoktan kesilmiş; anlamları yakıp kavuran, geriye meselenin sadece hararetini bırakan bu kara değirmende öğütülenin hayat(lar)ımız olduğunu biliyorum. 

Farkında olabilme duasıyla. 

(Bitti)

<