KÜLFETSİZ NİMET OLMAZ (1)
Cami ile meyhane yan yana idi. Hoca her gün meyhanenin yıkılması için dua ediyor, cemaat de amin diyordu. Bir gün deprem oldu ve meyhane yıkıldı. Meyhanenin sahibi hocaya gelerek onun duaları yüzünden meyhanenin yıkıldığını öne sürerek zararı karşılamasını istedi, hoca kabul etmedi. Sonunda mahkemeye çıktılar ve hakim ikisini de dinledikten sonra:
“Böyle zamaneden Allah' a sığınırım. Meyhanenin sahibi duanın etkisine inanırken hoca duanın hiçbir etkisi olmadığına inanıyor. Bilmem ki suç kimde?” dedi.
Böyle bir şey yaşandı mı bilmiyorum. Ama yaşanmamışsa bile bizim inançsal ahvalimizi yeterli derecede anlatan bir anekdot kanımca.
Zira hep dediğim gibi “münafık” deyince kendimizde zerrece bir şey hissetmeden sağa sola bakınıyoruz. Oysa Kur’ani açıklamalar ve Muhammedi hakikatlere baktığımızda “münafık” kavramının bizzat müslümanların içinden olduğunu, onlardan çıktığını, başka bir inanç ya da düşünceye mensup olmadığını görebiliriz.
Ne diyordu Nebevi ikaz; “İçi ile dışı bir olmayan münafıktır”
Yani; söylemi eylemini yalanlayan, Hüseyin gibi konuşup Yezit gibi yaşayan, Nuh gibi karaya gemi yapan ama Rabbin su göndereceğine inanmayan; İbrahim’e iman ettiği halde Nemrut gibi hüküm veren, Musa’ya iman ettiği halde Firavun gibi yaşayan, Yusuf’a iman ettiği halde Züleyha’nın peşinden koşan, Hakk’a iman ettiği halde batılı ahlak haline getiren…
Başka? Doğruya doğru, eğriye eğri, zalime zalim diyemeyen; etliye sütlüye karışmayan; herkese "sen de haklısın" diyen; daima kazanana oynayan; haklıdan yana değil güçlüden yana tavır alan; gelene ağam, gidene paşam diyen; rüzgar gülü gibi esintiye göre yön değiştiren; ilkeleri ve standartları olmayan. Artırın artırabildiğiniz kadar.
Peki ne yapmak lazım?
Bence bu kavramın özüne inmek lazım! Müslüman kimdir, mü’min kimdir, münafık kimdir anlamak lazım! İşte o an belki bu ayrımsamanın farkına varıp kendimizi vicdan aynasında doğrultabiliriz.
Öyleyse, kimdir münafık?
Kanımca “iman ettim” kelimesinin gerektirdiği bedeli ödemeyen kişidir.
Peki, “iman ettim” demek nasıl bir bedel istiyor?
Sanırım bunu anlamak için bundan 1400 küsur yıl öncesine kısa bir seyahat gerekiyor.
Malum olduğu üzere, İslami tebliğin Mekke döneminde nifak diye bir olgu, ‘münafık’ adında bir insan tipi bulunmamaktadır ki, nedeni basittir: Mekke dönemi, müslümanlar için dünyevi anlamda refah, zenginlik (nîmet) değil, sataşma, küfür, mahrumiyet, kovulma, taşlanma, hırpalanma, ambargo, işkence, etrafının boşaltılması, can emniyetinin olmaması, kısacası külfet demekti. Ayrıca Mekke döneminde Rasulullah (sav) toplum beyninde bir otorite değildi. İslam’ı kabul etmek zorlu bir iş, bedeli oldukça ağır olan iradî bir seçimdi. İnsanlar ya tamamen iman etmekte ya da hiç iman etmemekteydiler. İman eden mü’minler (Hucurat suresindeki tanımlamayla,“kalplerine iman tam olarak yerleşmiş” bulunanlar), iman etme yönünde değil, etmeme doğrultusunda icbar ediliyorlar, büyük sıkıntı ve işkencelere maruz kalıyorlar, kelimenin tam anlamıyla, imanlarının bedelini ödüyorlardı.
Bu da bize o günün tablosunu yansıtmakla birlikte bedeli ödenmemiş imanın iman olmadığı yolunda bir ders vermektedir. Yani yukarda da arz ettiğim gibi iman bir bedel gerektiriyor! Öyle kuru kuruya “inandım” demek yetmiyor!
Buraya tekrar dönmek üzere devam edelim.
Bütün bu imtihan safhalarından alınlarının akıyla geçen; her şeye rağmen Hz. Peygamber (sav)’in yanını ve imanın safını tercih eden mü’minlerin, “nifak çıkartmaları” hiç kimsenin aklının köşesinden bile geçmezdi.
Peki Medine dönemi?
Hicret sonrası Medine’nin durumu bu bakımdan Mekke’ye hiç benzememektedir. Medine döneminde İslam’ın Nebevî merkezli siyasi bir güç haline gelmesi, kişiliksiz bazı kimselerin ‘nifak’ yolunu seçmelerinde esas belirleyici unsur olmuştu. Zira Medine’de, Arabistan Yarımadası’nın ortasında yeni bir nizam, yepyeni bir hayat kurulmuştu. Eski Yesrib, şimdi ‘Medinetü’n Nebî’ (Peygamber’in Şehri) olmuştu. Artık müslümanlar burada bir otorite olmuşlardı. Bu yeni durum aynı zamanda, altının ateşte eriyip de curufu bir yana, saf altın bir yana ayrışması gibi, şerefli insanlarla, şerefi develerin üstündeki ticarî emtiası olduğunu açıkça itiraf eden insanların; mü’minlerle kafirlerin, mü’minlerle münafıkların ayrıştığı bir dönem demekti. Yani nifak Medine’de, şehirde, medeniyetleşildiği yerde, kelimenin tam anlamıyla malın, servetin, paranın temerküz ettiği bir ortamda ortaya çıkmıştı.
Demek ki nifak aslında mal ve infakla ilgili bir kavram!
Yani infaksızlık nifakı; nifak ise münafıklığı getiriyor!
Nasıl?
Bakalım…
(Devamı yarın)