M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

LAİKLİK (2)

Evet, uzun yürek ağrısı konular!

Biz asıl konumuza dönelim!

İnsan, tanımadığını nasıl sever bilmiyorum! 

Ancak, bugün ne ‘çağdaşlık” algısı içinde Atatürk sevgisini ‘putlaştıran’ ve “laiklik” kavramını Atatürk’ün mirası olarak dayatıp elindeki irtica sopasını bırakmayan kesim Atatürk’ü çok iyi tanıyor; ne de dindar denen ‘muhafazakâr’ kesim, yukarda andığım gibi kendi kitabının emrettiği değerler manzumesinden tümüyle haberdar!

Doğal olarak buradan bir ‘anlaşma’ çıkmıyor ki, çıkmaz da!

Neden çıkmaz?

Çünkü; bir taraf, zihnine zerk edilen ‘çağdaşlık’ algısı ile, ‘bilimle, teknoloji ile, okuma ile yaratamadığı’ ilerlemenin suçlusu olarak ‘dini’ ya da daha açık tabirle ‘İslâm’ı’ görüyor. 

İçim acıyarak söylüyorum ama yüzyıllar öncesinden donup kalmış ve güncellenemeyen bir fıkıh, ezici bir çoğunluk ve gelenekçi bir anlayışla ‘İslâm’ olarak benimsendiği ve bu gelenekçi anlayışın yansıması diğer İslâm iddiası içindeki ülkelerde akan kanı, dökülen gözyaşlarını, arşa yükselen ağıtları aynı çağın göğsünden süt emerek yaşadığı için mevcut tablo korkusunu körüklüyor.

Diğer taraf ise yaklaşık bin küsur yıl boyunca 72 millete, dine, ırka mensup toplumu bir arada yaşama tecrübesi üretebilmiş; bununla dünyaya hükmedebilmiş bir toplumun, bunu ‘İslâmi’ anlayışa borçlu olduğunu savunarak ve muhatabına haklı bir edayla yakın geçmişte aldığı yaraları göstererek; “laiklik” kavramını “dine saldırı, inanca saygısızlık” olarak görüyor. 

Hatta bir tık yukarı çıkıp “laiklik” kavramını “dinsizlik” olarak algılayan önemli bir kesim de yok değil toplumda. 

Peki nedir yeni gündemimiz olan “Laiklik?”

Laiklik veya gerçek telaffuzu ile laisizm denen kavram; herhangi bir devletin yönetiminde dinsel ritüellerin veya dinsizliğin referans alınmamasını ve devletin din veya dinsizlik karşısında “tarafsız ve tepkisiz” olmasını savunan ilkedir.

Aslında bu tanımı anlayabilmek ve yapabilmek için dünya ve insanlık tarihine de ayrıntılı bakmak gerekiyor. Zira, bu kavrama baktığınızda “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak kısaca tabir edilen laiklik kavramının Batı menşei olduğu aşikâr.

Ancak bu noktada, yaygın hukuki kanaate göre “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” konusuna da açıklık getirmek gerekiyor. 

“Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” demek; “devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder” anlamındadır. 

Yani bu anlayışta devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devlet düzenini bozacak davranışları önlemekle yükümlüdür.

Bu noktadan baktığınızda ise devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, toplumsal ilişkiler açısından üç özellik gösterir: 

Ya devlet dine bağlıdır (teokrasi); 

Ya din devlete bağlıdır (imparatorluk); 

Ya da ikisi de özerktir (demokrasi).

Peki “laiklik” nasıl ortaya çıktı?

Bu kavramın ortaya çıktığı yer; ısrarla Fransa olarak gösterilse de tarihsel kaynaklar bu kavramın kökünün Rönesans Dönemi’nde başlayan aydınlanmaya kadar uzandığını gösteriyor. Zira, laikliğin felsefi temelleri; Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile bu akım düşünürlerinin eserlerinden besleniyor.

Ancak, Batı’da laikliğin uzun, uzun olduğu kadar da ‘kanlı bir tarihi’ var. Yaklaşık iki buçuk asır süren bu ‘kanlı’ tarihin kökeninde de tahmin edebileceğiniz gibi ‘inançsal’ çatışmalar var. 

(Devam edecek)

<