MEMLEKETTEN...
Necati, benden memleketi sordun.
Limon armudunu bir tezgahta küçük bir kasada saklanırken gördüm. Beti benzi sararmış, ufak tefek ve biraz mahcuptu. Etiketine küçücük altı lira yazılmıştı.
Saat sabahın yedi ila sekizi arasındaydı Necati.
Bakırcılar çarşısının çevre yoluna paralel kaldırımdan yürüdüm. Biliyorsun bu cephede tatlıcılar , zincirleri , kazma kürekleri dışarıya taşan hırdavatçı dükkanları, boruları dışarı taşan sobacı dükkanları bulunur.
Belediye hamamına çıkan sokağın köşesindeki lahmacuncu henüz pes etmemiş. Fırının başında alaburus tıraşlı genç una belenmiş hamur açıyor.
Bakırcılar çarşısının eski hal binasına bakan tarafındaki köşede bir arkadaş vardı. Hayli tombulca adı gibi Muhammed... Hayli zamandır göremiyordum.
İnce zayıf bir adamdı babası. Acelesi varmış gibi hemen ebedi aleme gitmişti. Çok geçmeden ardından oğlu Muhammed de sırra kadem bastı. Muhammed bir süre sobacılık yaptıktan sonra yerine bir tatlıcı geldi.
Tatlıcının oradan geçerken vitrindeki tatlılar bir yana, başörtülü kara kuru kız bir yanadır. Kızın elindeki akıllı telefon bir yana, çarşı bir yanadır...
Tatlıcının oradan geçerken soba borusu üreten asker arkadaşımı gözüm arar...Birden içim “cızz” eder; “nerede bu arkadaş” diye endişelenirim; ya İstanbul’a gittiyse! Her halde Muhammed'i bir daha görmem...
Zaman geçiyor; insanlar bir daha aynı yerden geçemiyorlar. Mesela Rahmetli babamın “ Ula Deveci armudun kaça? diye takıldığı “Deveci” armutlarını toplayıp bir daha gelmemek üzere başını almış gitmiş. Deveci , kaba saba eski kasketli, kıllı kaba şalvarlı patates suratlı, armut burunlu bir adam, sapına kadar deveciydi bu adam.
Sordum esnaftan; “ Deveci'yi gördünüz mü? diye . Esnaf cevap vermedi, derin düşüncelere dalarak sessiz yere baktı.
Önemli miydi Deveci? Gitmişti bir daha gelmemek üzere. Derme çatma bir duvarları ve yerleri beyaz kil pardaklı bir evde mesela Kiltepe'de, nakış işlemeli yastığını başının altına almış yatıyordu. Üzerine çektiği allı morlu yorganın üzerinde ak güvercinler uçuyor, pazen basma üzerindeki tarlada gelincikler esen yelde sallanıp duruyordu.
Hal binasına doğru yürürüm. Sağ köşedeki manav, sabah meyve sebzeleri satar. Domatesler , biberler yerlidir. Üzümü Banazı ve Arapkir cinsidir. Banazı üzümü tezgahta fiyat esareti altında gelen geçene göz eder. Pahalıdır ama tombul taneleriyle bal gibidir. Billur taneler öylesine berraktır ki çekirdekleri “ Ben buradayım, burada!” der gibidir.
Ah “Arapkir” ah! Seni hep karalara bürünmüş, yaslı görürüm. Bu hüznün nedendir? Kara sevdan kimedir? Üzerini sıraladığın ince toz bulutunu “Arapkir” tarafından mı getirdin? Doğrusu ben bu üzümün her halinden bir şey saklıyor duygusuna kapılırım...
Hal binasının açılan meyve sebze dükkanlarının önünden geçtim. Uzaktan baktım. Fiyatlar uçmuş. Domates 3,5, biber 4 lira...Domatesler hep sanayi malları , en iyisi tarla mali...Tatsız tuzsuz ama dayanıklı. Yemeye değil ama satışa iyiler.
Artık bahçe domatesleri, sebzeleri yok. Sebzeler tatsız tuzsuz...
Yürüdüm tezgahları bir baştan bir başa geçtim. Arnavut biberleri , samut, pirpirim , maydanoz...Canlılıklarını, tazeliklerini yitirmişler. Bugün cumartesi köylü bugün şehire inmemiş anlaşılan...
Bizim baskilli Ziyattin ortada yok. Hoca Hamit'in küçük oğlu. Benden küçüktü. Önden üç dişi kalmıştı. Konuşurken sıkıntı çekiyordu. Tezgahta yardım ediyordu. Sordum; kimse hatırlamadı...
Mişmiş pazarına indim. Esnaf türlü meyve kurusunu tezgahına doldurmuş. Onlardan biri bana bir kaysı kurusu ikram etti , “helal” diyerek ikramı geri çevirmedim. Ağzımda kekremsi bir tatlılık yayıldı.
Şekerim var...Satıcıyı , bütün samimiyetimi üzerimde topladım , “daha sonra” diyerek satıcıyı atlattım.
Çir pazarında köylü yok Necati.
Az sayıda insan vardı güzergahta. Benimle ilgili değildiler. Derin düşünceler içindeydiler.
Yanımdan geçen Suriyeli seyyar satıcı sahte “ Arapkir “ üzümü koymuştu üç tekerlekli tezgahına. Sordum ; Halepliyim, dedi. Uzun boylu esmer kara kuru bir gençti. Kiltepe’de oturuyormuş kirada. Beş çocuğu varmış.
Halepli'ye "Halepli İdlib zirvesini seyrettin mi ? " diye sordum. Evde televizyonu yokmuş...
İçim ezikti, evde vardı, üzüm , mandalin aldım Halepli'den...
Bütün debdebe ve ihtişamı, mermer döşeli külliyesiyle Somuncu Baba’nün engelli asansörüne giden yol, keçi yolundan beterdi. Bir metre ilerisindeki külliye duvarları mermerdendi. Aracımı uygun bir yere çekeyim derken keçi yolundan arabayı kaydırmış külliyenin mübarek duvarına sırtüstü çarpmıştım. Belim biraz ağrıdı. Arabayı da bugün kaportacı Sakallı İbrahim'e götürdüm. Sakallı İbrahim, hasarlı kaportayı sevgiyle gülerek karşıladı, okşadı. Arabanın sağına soluna döndü. Mutlu oldu.
Necati, memleketten sormuştun. Limon armudunun yüzü sapsarı. Deveci armuduna da rastlamadım. "Deveci" nin de başı işlemeli yastığa düşmüş
Kaportacı İbrahim’i ise değişmemiş gördüm. Saçı ağarmamış ama sakalı külliyen ak pak olmuş. Onu gene eskisi gibi hasarlı kaporta üzerinde elini sevgiyle dolaştırırken mutlu gördüm.