Miras
Bir varız, bir yokuz. Doğar, yaşar ve ölürüz. Nefes ile başlayan hayat nefesle biter. Ölen kişi geride bütün mallarını bırakır. Buna ölüm sonrası parayla ölçülebilen bütün hak ve yükümlülükleri dahildir. Anılarımız, duygularımız ve düşüncelerimiz de… Ölen kişinin değer verdiği her şeyle arasına toprak girmiştir. Miras, yeryüzünden kaybolanın kaybolmayan yüzüdür. Öyle bir şey ki bazılarını ihtirassız zengin, bazılarını ihtiraslı katil, bazılarını da şerefli bir geçmişin onurlu bir taşıyıcısı yapar. Bizi onurlu taşıyıcı yapacak bir mirastan söz edeceğiz. Atatürk'ün mirası...
Atatürk’ün mirası her zaman için önemli bir tartışma konusu olmuştur. Aslında Atatürk’ün düşünce sisteminin zenginliği onun maddi mirasından daha çok manevi mirasının konuşulmasını ve tartışılmasını gerekli kılmaktadır. Ama teoride maneviyata önem verir görünen insanlar dahi maddi ilişkilere daha yakın olmak ve onu kontrol etmek ister. Bu belki de modern insanın mutsuzluklarının kaynağında paranın eksikliğini merkeze koymasının doğal bir sonucudur. Bilgi, beceri, inanç, ahlak ve onur kavramları yozlaşmış toplumlarda bu durum daha yaygındır.
Atatürk’ün maddi mirasını inceleyecek olursak aileden hiçbir servetinin olmadığını, devlet memurluğu yaptığını ve meslek hayatının büyük bir kısmının da çok kısıtlı maddi imkanlar içinde geçtiğini biliyoruz. Mal ve mülkün kendisine ağırlık verdiğini, asıl zenginliğin insanın manevi şahsiyetinde olduğunu sık sık söylemiştir. O’nu maddi olarak muktedir yapan esas husus yurt gezileri esnasında Türk milletinin ilgi ve sevgisinden kaynaklı olarak kendisine gittiği yerlerde armağan edilen araziler, çiftlikler ve diğer mülkler olmuştur.
Atatürk'ün bu mülkleri çağdaşlık tasarımının bir aracı olarak kullandığını ve zamanı geldiğinde tekrar milletine iade ettiğini görüyoruz. 1933’te elli iki yaşında ve henüz sağlığında ciddi bir sorun yokken servetini hazineye bağışlamak istemiştir. Bunu yapmadığı takdirde o dönem için tek yasal mirasçısı kızkardeşi Makbule Hanım servetinin dörtte birine sahip olacaktır. Medeni kanuna göre Makbule Hanım’a Mustafa Kemal’in tasarruflarıyla ortadan kaldırılamayan, dokunulamayan bir miras hakkı yani saklı pay tanınmıştır. Ancak O, kendi isteği ile özel bir yasa çıkarılmasını sağlayarak Medeni Kanunda yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı olmaksızın koruyan “Mahfuz Hisse” kavramını kendisi için 1933’te kaldırtmıştır. Böylece Atatürk'ün aile üyeleri ve akrabaları, kişisel mirasından yararlanamaz duruma gelmiştir.
Atatürk ilk bağışını Şubat 1937'de Çelik Palas’taki payı ile otel bahçesindeki köşkü Bursa Belediyesi'ne bağışlayarak yapmıştır. İkinci bağış kararını ise Haziran 1937'de Trabzon'da almış, sahip bulunduğu Atatürk Orman Çiftliği ile Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus'ta bulunan çiftlikleri üzerindeki tesisler, mallar ve eşya ile birlikte hazineye bağışladığını bildirmiştir. Bu davranışı üzerine Başbakan İsmet İnönü tarafından millet ve meclis adına kendisine bir teşekkür telgrafı gönderilmiştir. Atatürk: “Söz konusu armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman en büyük armağan olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.” diyerek gelen telgrafı cevaplamıştır.
Atatürk sahip olduğu bütün menkul ve gayrimenkul malları Cumhuriyet Halk Partisi'ne bırakmak niyetinde olduğunu özel kalem müdürü Hasan Rıza Soyak’a zaman zaman söylemiş ve bir vasiyetname hazırlamasını emretmiştir. Ancak bu vasiyetnamenin hazırlanması rahatsızlığından dolayı karnından su alınması öncesi gerçekleşmiştir. Üzerine kayıtlı mal listesini kontrol ettikten sonra “Bunları ikiye ayıracağız, bir kısmı hayatta bulunduğumuz müddetçe üzerimizde kalması lazım gelenlerdir; para, hisse senetleri, Çankaya'daki köşkle, eşyaları gibi. Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız. Diğerlerini yani Çankaya'dan başka yerlerdeki evleri ve emlağı Ankara'ya döner dönmez mahalli belediyelere ve diğer kurumlara vererek muamelesini yaptırırız.” demiştir. Müteakiben maiyeti tarafından yapılan taslaklara kendisi aşağıdaki son şekli vermiştir.
“Malik olduğum bütün nukut para ve hisse senetleri ile Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi'ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:
Nakit ve hisse senetleri şimdiki gibi İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
Her seneki nemadan bana nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe Makbule'ye ayda bin, Afet’e sekiz yüz, Sabiha Gökçen’e altı yüz, Ülkü’ye iki yüz lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki yüz lira verilecektir.
Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir.”
Atatürk’e ait hisselerin Cumhuriyet Halk Partisinin kontrolünde kalıp kalmaması veya hazineye devredilmesi halen tartışılan bir konu olup sözü manevi mirasa getirelim. Atatürk'ün manevi mirası, devrimlerine temel teşkil eden fikir ve düşünceleridir. Anlamları ve amaçları ile birbirleriyle ilişkili ve birbirlerini tamamlayan bu miras tam bağımsızlık, milli egemenlik, çağdaşlaşma ile akıl ve bilimdir.
Milli mücadelenin amacı olan tam bağımsızlık sadece düşmanı Anadolu'dan atmak değil adli, siyasi, mali veya kültürel dışarıya bağımlılık ve ayrıcalık yaratan tüm kapitülasyon ve kısıtlamaları kaldırmaktır. Atatürk tam bağımsızlığın gerçekleşmesini ekonomik bağımsızlığa ve ekonomik güce bağlamaktadır.
Milli egemenlik tam bağımsızlık ile iç içe geçen bir kavramdır. Egemenliğin kaynağı ilahi değildir, bir kişi veya zümre de değildir, milli iradedir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olup hiçbir şekilde ortak kabul etmez. Toplum içindeki her eylem bu iradeden doğmalı, güç almalı ve bu iradeye uyarak yaşamalıdır.
Atatürk'ün manevi mirasının itici gücü çağdaşlaşmadır. Atatürk'e göre milli bağımsızlık ancak çağdaşlaşarak korunabilir. Bir millet devlet hayatında, fikir hayatında ve ekonomik hayatta ilerleme göstererek çağdaşlaşabilir. Türk çağdaşlaşması Batıya rağmen Batılılaşmak şeklinde ifade bulmuştur. Çağdaşlaşma milletin bağımsız ve egemen olduğu bir süreçte olursa anlamlıdır. Totaliter ve mandater çağdaşlaşmalar kabul edilemez.
Atatürk'ün manevi mirasında gerçekleri anlamak ve sorunları çözmekte esas akıl ve bilimdir. Duygusal ve dogma fikirler, gelenekler belirleyici olamaz. Bütün eserlerin temelinde sağlam bir düşünce, akla uygun bir hareket olmalıdır. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” sözü ile olaylara bilimsel esaslara göre bakmak ve sorunları bilimsel yöntemlerle araştırıp çözmek esası anlatılmaktadır.
Kendisi manevi mirasını şöyle açıklamıştır; “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, ilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkar etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde, akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”
Asırlardır geleneksellik ve dini değerler üstünden kurgulanmış toplum, manevi mirası içselleştirmekte çok gönüllü bir pozisyon almamıştır. Yönetici seçkinlerin halk için halka rağmen manevi mirası sahiplendirme çabaları ani ve köktenci bir metot kullandığı için hedef kitle değişimin yıkıcılığına karşı bocalama geçirmiş ve halen geçirmektedir. Hurafeden akla, tarımdan sanayiye, köyden kente, bastırılmış kadından eşit bireye geçiş toplumu sarsmıştır ve sarsmaktadır. Mirasın sunduğu yeni değerler ve kavramlar toplum hayatında önemli oranda kabul görmüşse de eski değer ve kavramlar direnişini devam ettirmekte ısrarlıdır. Bu direniş kırılmadığı sürece özgür bireyi ve evrensel başarıları yakalamak mümkün görülmemektedir.