NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ? (1)
Nerden okuduğumu anımsamıyorum ama ünlü romancımız Kemal Tahir, bir gece sabaha karşı eşi Semiha Hanımı uyandırmış, Semiha Hanım da telaş ve korkuyla “Ne oldu Kemal?” diye ayaklanınca Kemal Tahir, ‘hanım’ demiş, ‘ne olacak bu memleketin hali?’
Semiha Hanım ‘Hay Allah!, bu soru bu saatte mi sorulur? Bunun için mi uyandırdın beni? deyince, Kemal Tahir, ‘Hanım’ der, ‘Memleketin halini düşünmenin günü ve saatimi olur’.
Sosyal medyaya bakıyorum genel mesaj net;
“2020 yılı felaketlerle başladı; yetsin artık!”
-Elazığ-Malatya depreminde 41 kişi yaşamını kaybetti…
-Van çığ felaketinde 41 kişi hayatını yitirdi…
-İdlib saldırısında 8 şehit verdik…
-Sabiha Gökçen Havalimanı'nda uçak pistten çıkarak parçalandı: 3 ölü 180 yaralı.
Sadece bugün;
-Bugün bir baba 17 yaşındaki kızını ‘sevgilisi var’ diye öldürüp yol kenarına attı.
-Hakkari’de bir baba ‘açım, iş istiyorum’ diye kendini yakıp kaldırıldığı hastanede vefat etti.
-Ülkenin en büyük memur konfederasyonunun bir il başkanı yolsuzluk ve tacizden gözaltına alındı.
Anımsıyorum; yirmi yıldır Bodrum’u mesken tutmuş İsveçli ihtiyar bir çifte muhabir mikrofonu uzatmıştı:
“Neden Türkiye’de yaşıyorsunuz, burada hoşunuza giden nedir?”
Cevap net:
“Bizim ülkemizde beş sene sonrasında neler olabileceğini öngörebilirsiniz ama burada beş dakika sonra ne olacağı belli değil. Sürprizlerle yaşamak hoşumuza gidiyor.”
Yani hiç durmadan değişen bir gündemi var güzel yurdumun.
Tabi yukarda andıklarım medyanın “servisi”. Kimbilir bilmediğimiz, duymadığımız ne çok şey var; ama, bir sanatçının çıkardığı albümün kendini yakan babadan daha çok ön planda olduğu ve yazık ki rağbet gördüğü bir ülkede yaşıyoruz.
Gelenekçi algıdan ise sesler yükseliyor; “uğursuz sene”.
Kalakaldım öylece, kalbim mahzun gözlerim nemli…
İnsan kaderin Rabbine iman ede ede, kader yazamayacağını bile bile yine de kader yazıyor; sevdiklerine, ülkesine, dünyasına. Bir farkla ki, bu kader yazma işinin adı bazen umut oluyor, bazen hayal, bazen temenni, bazen de plan. İşler hayal ettiği, güzel olur zannettiği, planladığı gibi olmayınca da kahroluyor içten içe.
Cidden sene mi uğursuz (!), biz mi gözümüzün gördüğüne, kulağımızın duyduğuna, vicdanımızın şahit olduğuna sırtımızı dönmeyi yaşam biçimi haline geldik bilmiyorum; ama bildiğim bir şey var ki zihnen, aklen, ruhen artık “korunaksız” bir haldeyiz. Çünkü okumanın dilini bilmiyor ama konuşmanın dilini sökmüş durumdayız; anlamanın alfabesinden haberimiz yok lakin anlatırken kimse elimize su dökemiyor; bir olay, durum hakkında okuduğumuz iki satır yazı; ahkam kesmemize, hüküm vermemize hatta asıp kesip biçmemize yetiyor.
Aklıyla izah edemediği şeye “yok” muamelesi yapanlar nasıl izah etsin ki bu hali?
Baktığımız yere göre değişen ve çokça tekrar eden hatamız, ne yapsak düzeltemediğimiz yanlışımız var kabul…
Başta kendi nefsim; doğruyu bilmediği için yanlışa gönül verenimiz de, iyi niyetle yaptığı işi tam yapamayanımız da, doğru yapacağım derken yanlış yapanımız da, hâlâ hayal ettiğimiz kıvamı tutturamayan münevverimiz de, oyunda oynaştaki talebemiz de, dedesinin kabir taşını okuyamayan gencimiz de, üslubu tutturamayan hatibimiz de, irfandan nasipsiz âlimimiz de, yolunu şaşıran dervişimiz de, yoldan habersiz günahkârımız da var evet ama, insan beyni bu işte; soruyor;
Bizim, “bizi biz yapan” muhkem sabitelerimiz, doğru referanslarımız, hakikat derdimiz, asgari dahi olsa şahsiyetimiz ve haysiyetimiz, insaftan haberimiz, zerafetten nasibimiz nereye kayboldu?
Duruşlarını, menfaat umdukları kişilerin küçük bir göz işaretiyle belirleyen; kıblelerini yükseklerden esen rüzgâra göre tayin eden; hal böyle olunca dün sövdüklerini bugün sevebilen, sabah sevdiklerine akşam sövebilen, bugün yanlış dediklerine yarın doğru diyebilen; hiçbir konuda tam anlamıyla bilgisi olmamasına rağmen her meselede zırvalayacak kadar malumatları olanlar aramızda nasıl türedi?
Ben söyleyeyim!
Ehliyetsiz kişileri bizim doğrumuzun savunuculuğunu yapıyor diye sevmeye başladık, liyakatli adamlara bizim yanlışımızı eleştiriyor diye sövmek böylelikle normalleşti. Eleştirdiği için yerinden edilen ehil insanların boşluğunu da methettiği için ‘layık’ ilan edilen ‘ehliyetsizler’ doldurdu. Ehliyet ve liyakatin ölçüsü, işi yapabilme hususundaki kabiliyetiniz değil, işi elde edebilmek için eğilebilme potansiyeliniz oldu.
“Liyakat değil sadakat” ile başlayan bu hikâyemizde; ehliyetsizlere bizim derdimizin amigoluğunu yapıyor diye iyi dedik, ehillere bizim davamızın sloganını atmaktan imtina ediyor diye kötü dedik, bir de baktık ki ortada ne doğrudan eser kalmış ne güzelden bir haber! Menfaati için eğilmeyi maharet sananların davası için dik durmasını bekleyebilir misiniz?
Liyakat olmayınca emanet kayboldu, emanet yitince de adaletin yerinde yeller esmeye başladı. İlahi adalet tecelli edince de neye uğradığımızı şaşırıp suçu “senenin uğursuzluğuna” attık.
Öyle bir hal aldık ki; kimsenin tefekküre, tenkide, ilme, hakikate tahammülü yok artık.
Soru belli ve tek: Sen kimden yanasın? Bu kadar!
Bu fikriyat sabit olduğu için de davamızı anlatacak dertlilere değil, sloganımızı atacak amigolara ihtiyaç duyuyoruz. Bilgi gayret istiyor, tefekkür ıstırap, hakikat bedel, dert nasip... Slogan öyle mi ya? Karış kalabalıklara sesin kısılana kadar bağır kâfi. Hatta sesini de menfaatini de seviyorsan slogan atanların arasına karış, sadece dudaklarını kıpırdat, bağırıyormuş gibi yap. ‘Playback’ini fark ettirmediğin sürece namuslusun!
Kavgamızın sebebi bu; çünkü fikrimiz yok; zira bilgimiz yok. Malumat da yetecek, ama o da yok. Söylenene dair malumatımız bile olmayınca geriye bir tek şey kalıyor: “sözü söyleyene duyduğumuz sevgi yahut nefret.” Duygusu bizi tatmin ettiği için ihtiyaç duymadığımız basit bilgi kırıntılarının, sahte aidiyetlerin içinde ömür tüketiyoruz!
“Sen varsın diye yüzü gülen bir kişi olsun yoksa senin varlığının da bir anlamı yok” anlayışı üzerine dünyaya bin yıl boyunca hükmetmiş ve bu anlayışı “kendin için biriktirmek zilletinden başkası için harcama izzetine davet” olarak kökleştirmiş manevi dinamiklerin üzerinde bu hale gelebilmiş olmanın bende başka bir izahı yok çünkü.
Peki onlar yeryüzünün en tesirli, en kavi, en şerefli, en ihya edici dönemini nasıl yüz yıllar boyu canlı tutabildiler; dünya nimetleriyle alışverişinde az şeye ihtiyaç hissedip; lazım olandan fazlasına tenezzül etmeyecek kalbî nasıl buldular dersiniz?
(Devamı yarın)