NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ? (2)
Büyük bir çoğunluğunun okuma yazması dahi olmadığı halde içine doğru derinleşe derinleşe ümmiliğin diplerinden inciler toplayarak nefsini ıslah edemeyenin başkasına salah götüremeyeceğinin bilincinde, düzeltmeye kendilerinden başladılar; yalan dertlere derman aramak çukurundan, hakiki derdi bulmanın göğüne yükseldiler. Bu yolda çekilen bütün cefaları, dertleri, belaları sevgiliden gelmiş bir demet çiçek gibi koynunda saklayıp sıkıntısız geçen nefeslerin sıkıntısıyla kahroldular ve bu kahır onlara kim olduklarını; bu yangın yerinde ne aradıklarını kalplerini parçalarcasına ihtar etti; bu sayede de insan olmanın, bilmenin, tanımanın kapısını aralayabilecek manevi nimetlere erdiler.
Yaradan’ın hürmetine; diliyle değil haliyle sabrı ve hakkı tavsiye ederek, abde vefanın ahde vefaya denk düştüğünün idraki içinde; dil, din, ırk, renk, mezhep ayırtetmeksizin küçük bir hediyeyle, umulmadık bir ziyaretle, bir cebe kendilerinden bile gizli sıkıştırdıkları üç beş kuruş harçlıkla, muhabbeti artıracak içten tebbesümleriyle, küslükleri bitirecek harbî selamlarıyla, yetimin başında şefkatle dolaşan avuçlarıyla gönülleri fethettiler. Kimsesizlerin bayramı, mahzunların mutluluğu, dertlilerin dermanı, kalbi kırıkların dostu, dizlerinde takat kalmayanların çalacak kapısı, hüsrana uğrayanların nasihati oldular. Ne gidecekleri yeri unuttular; ne geldikleri yeri hatırlarından çıkardılar.
Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu, muazzam bir istidat olmanın ötesinde bu insanların doğup büyüdükleri iklim ve şartların da bu hususta payı var gibi gelir bana. Biz, bize asla lazım olmayacak her lüzumsuz bilginin cep telefonları aracılığıyla başından aşağı boca edildiği, malumata maruz kalmakla malûl, güya iletişim çağı kuşağıyız; onlar, belki de orta yaşlarında evlerine giren siyah beyaz bir televizyondan bile uzak durmaya çalışan, kendilerini sohbet meclislerinde ve kitapların sayfalarında kaybetmek suretiyle huzuru ve muhabbeti tahsil eden seçilmiş vakitler tâifesi..
Peki ya bugün?
Evladın hali ecdada hiç benzemiyor ne yazık ki. Mum dibine ışık vermiyor yani. Onlar bambaşka bir dünyanın tutarlılık âbidesi kurucuları iken; biz bir başkasının kurduğu dünyanın çelişki yumağının yabancıları.
Bu yüzden olsa gerek; bütün dertlerimizin sebebi bir, sureti başka.
Para, iş, eş, aş, aşk, evlat, ev, araba, kıyafet, sağlık, itibar. Benim hayatım, benim malım, benim çocuğum, benim arabam, benim diplomam, benim makamım...
İbadeti tüketmek, mabedi AVM’ler, azizi pop figürler, çağrısı reklamlar, minaresi reklam panoları, çan kulesi ekranlar, ağlama duvarı elma storlar, sevabı harcamak, günahı yetinmek, kutsalı kutsal tanımamak olan enteresan bir din olan kapitalizme iman ettik.
Bu din gel diyor, kim olursan ol yine gel. İster Müslüman ol, ister Budist, ister ateist hiç fark etmez; yeter ki harca, yeter ki tüket.
Hayatın her alanına dair teklifi olan bu din, tıpkı bir afyon gibi bizi bağımlısı kıldı. Çerçevemizi çizdi, statümüzü belirledi, değer yargılarımızı tespit etti ve nihayet bizi kendimizden başka bir şeye dönüştürdü.
Bu dine iman ettiğiniz anda mesele sizinle cebinizdeki paranın,elinizdeki mülkün, mevcut imkânlarınızın münasebeti olmaktan öteye taşınıyor. İnsana, eşyaya, hadiseye, varlığa, değere bakışınızı ister istemez yeni dininizin perspektifi şekillendiriyor. Ne yerde bulduğunuz ekmeği öpüp başa götürmeye gerek kalıyor, ne de bir dereden bile abdest alırken suyu israf etmemeye ihtiyaç duyuyorsunuz.
Cânım yıllarını heba ederek kavuştuğu okul diplomasını geleceğinin garanti belgesi olarak gören ama diplomasına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığıyla ordan oraya bu kez iş aramakla ömrünü tüketen gençlerimiz; mesleğini çoluk çocuğunun nafakası için sınıfta ders anlatmaktan ibaret bilen öğretmenimiz, hastasını ekmek kapısı gibi gören doktorumuz, suçlu olduğunu bildiği müvekkilini berat ettirmeyi başarı sayan avukatımız, mahallenin berberi olmakla imamı olmak arasındaki farkı idrakten mahrum kanaat önderimiz, işgal ettiği koltuğu yakınlarına istihdam alanı olarak parselleyen siyasetçimiz, işi kitabına uydurmayı işin kitabından daha iyi bilen bürokratımız, mesai saatini lak-lak’la dolduran memurumuz, mesaisinin içini lakaytlıkla boşaltan işçimiz, zalim müteahhitimiz, üçkağıtçı tüccarımız, milyoner dilencimiz, duasız annemiz, zampara babamız da bu dinin dindarları…
Bu din sayesinde de avuçlarımızdan kayıp gitti o dillere destan muhabbetimiz, mahalle sohbetlerimiz, her biri anamızdan babamızdan vefalı komşularımız. Tüketme hırsımız artıkça da kendimizi kaybettik.
Bütün dünya mazlumları dua, zalimleri ise endişe ile o günlerin yeniden varlığına dair bir emare görmek için avuçlarımıza bakıyor. Avucumuza dikilen bakışlarla göz göze geldikçe yitiğimizi hatırlayıp bakışlarımızı biz de bir ümitle hayatımıza çevirdiğimizde acı içinde görüyoruz ki; bırakın avuçlarımız arasında o güzellikleri bulmayı, onu kavrayacak avuçlarımız yerinde yok.
Öyle ya bir şeyin hakikatine sahip olmak isteyen insan, ilkin o şeyin aslından mahrum olduğunu fark edecek. İnsanın kendisinde var zannettiği şeyin aslında var olmadığını anlaması için mutlaka ona gerçekten sahip olanı tanıyıp bilmesi gerekir; çünkü sahtenin sahteliği, hakikinin yanında ortaya çıkar.
Bugün hala aramızda var olan aksakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin, abdestsiz hamura dokunmayan analarımızın yanında solukladığımız huzurun sebebi bu işte.
Çünkü var zanneden aramaz, bulanı gören olmadığını anlar, anlayan arar, bulmak isteyen taklit eder, taklit eden tahkikine erer, o da nasibi kadar.
Karnı tok, sırtı pek, elektriği, doğalgazı, suyu, faturaları ödeyemediği için kesilmemiş, kapısında hiç haciz memuru görmemiş insanlar için bıdı bıdı konuşmak; yüreğindeki acı, bedenindeki acıyı bastırdığı için kendini yakan adamcağızı eleştirmek bu yüzden kolay.
Kıvranmamız, şikayetimiz, sızlanmamız bu yüzden. Yitiklerimizin farkında bile değiliz.
Şimdi üstad Kemal Tahir gibi yeniden soralım;
“Ne olacak bu memleketin hali?” diye.
Zira bu kafayla bırakın kendi çocuklarımızın istikbalini güzelleştirmeyi başkasının çocuklarının mazisini bile ifsad ederiz.
Aciz kanaatimce karar vermemiz gereken şey net!
Sağcı, solcu, İslamcı, liberal, seküler ne olursak olalım; olduğumuz o şeyin arkasında durabilecek kadar birikimimiz, doğrularımızdan taviz vermeyecek bir karakterimiz, bayağı ihtiraslar için yamulmayacak bir şahsiyetimiz olmalı. Dostumuzun bizden tereddüt edeceği kadar bayağı bir insan değil, düşmanımızın dahi bizden emin olacağı kadar harbi bir edayla, başkalarının yalanıyla kendi güzelliğimizin sarhoşu olup kendimizi kandıracağımıza, inandığımız doğruların hakkını verip samimiyetle yaşamakla; başkalarını, kendimizin değil gönül verdiğimiz derdin sarhoşu ve müptelası kılarak ama.
Nemrut ateşine su taşıyan karınca misali gücümüz neye yetiyorsa; azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle yapacağız işlerimizi.
Nasihat ederek değil, nasihat olarak; söylemeyi bırakıp eylemeye bakarak!
Ne kadar imkânımızın olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki; o kadar imanımız yok.Eğer o iman gücüne sahip olsaydık; bizi içeriyle oyalayarak dışarıda adım atamaz hale ya da dışarıyla meşgul ederek içeriye dönüp bakamaz hale getirmeye çalışanların değirmenine su taşımak yerine; kendimiz için yaşamanın ölmekten beter olduğunu anlardık ki, bir başkası yaşasın diye ölebilmenin yaşamaktan güzel olduğunu fark edebilelim!
(Bitti)