NELER ÇEKTİM BEN/AKLIN AZALDIĞI YERDE İNAT ÇOĞALIR
Öyle değerler vardır ki zaman onları tersine çevirir. Gerçek
gerçeklikten çıkar, başka bir şey olur. Antik filozofların çoğu
dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inanırlardı. O zaman inanılan gerçek
buydu.
Bilim, dünya ve uzaya yeni ışıklar tuttu. Ortaya yeni gerçekler çıktı.
Gerçeklerin eskiyebileceğini düşünüp, yeni gerçeklere inanmayan
“inat”çılar yeryüzünde oksijen tüketmeye devam ediyorlar.
Önceleri aklına koyduğu bir düşüncesine, ya da bir aklına taktığına
inatla bağlı olan kişinin baş özelliklerinden biri, akıldan yana
fakirlik…
İnatçının kolayına gelen, bazı şeyleri az buçuk düşünüp karara varmak…
Ondan sonra da bu kararları paketleyip ambara koymak…
Birikim ne kadar olacak? Belli… Ambarının yani aklının alabildiği kadar…
Ondan sonra istediği, ne bahasına olursa olsun bu paketlerden
vazgeçmemek… Yani arkadaşlar bir düşünce çabasına girmeye tembellik
etmek…
Aklın azaldığı yerde inat çoğalıyor.
Kafasızı kör inadından vazgeçmemeye zorlayan etkenlerden biri de
“döneklik” damgasını yemek korkusu. Kurnaz bazı kimseler kafasızları
(örnek vermek istemiyorum) hatadan dönmenin döneklik olacağına
inandırarak korkutuyorlar. Onları, düşünme tembelliği batağına
büsbütün batırıyorlar.
Kaynağı bilinmeyen bir özlü söze göre: “İnat silahlandırılmış bir yanılmadır”
“Her türlü inat, anlayışın yerine geçen iradesizliği dayanak yapar”
diyordu Schopenhauer…
Öte yandan E. Eschenbach: “Zayıfların irade gücünün adına inat denir”
diyordu. Görünüşte çelişir gibi duran bu iki öz-söz, gerçekte bir
birini doğruluyordu.
Mutluluk sözünü olur-olmaz kullanmaktan savurganlık… Bu nedenle başka
söz kullanacağım. Diyeceğim ki inat, evlilik huzurunun da acımasız
katilidir.
Jean Paul bu konudaki bir görüşünü, benim aklımdan bile geçirmeye
cesaret edemeyeceğim biçimde şöyle anlatıyordu:
“Kadın, kendini kurban edercesine feda etmekle inatlaşmanın eşi
bulunmaz bir karmasıdır. Kocası için kafasını kestirir de saçını
kestirmez.”
Bu hafta bu kadar deyip yazımıza noktayı koymayalım da SON PARAGRAF ta
biraz gülümseyelim mi?
SON PARAGRAF
Evlilik içinde inat ile öfke birbirini doğurmakta ve tavşan yavruları
gibi hızla üremektedir.
“Öfke baldan tatlıdır” denir. Yalandır. Bir kere deli bal vardır
yiyeni çıldırtır.
Bal ise, arı ve balın her alanda ticaretini yapana tatlıdır. Balın da
öfkenin de dirhamini yiyen kudurmaktadır.
Sabah kahvaltısında adam karısına anlatıyordu: “Geceki gök gürültüsünü
duymadın mı?” – “Hayır, duymadım.” Kocası şaştı: “Nasıl duymazsın? Bir
şimşekler çaktı, bir gökler gürledi ki… Aman yarabbim!..” Kadın
öfkelendi: “Niye beni uyandırmadın? Benim şimşek çakarken
uyuyamadığımı bilmez misin?”
Evlilik kavgalarının amacı haklı olmak değil, ne pahasına olursa olsun
kendini haklı çıktığına inandırmaktır.
Karısına söyleniyordu: “Şu batasıca hazırlanmana zamanında başlasaydın
şu treni kaçırmazdık…”
Kadın da laf altında kalmıyordu. “Sen de beni aptal gibi
koşturmasaydın, sonraki treni bu kadar beklemezdik…”
Ve son noktayı koyuyorum arkadaşlar…
Evlilik altın yılına yaklaşıyordu.
Kadın kocasını hiç yalnız bırakmıyordu.
Yürüyüşe bile beraber çıkıyorlardı.
Bir arkadaşına merak oldu, adama sordu:
“Bu kadar yıl evlilikten sonra, bu kadında seni hâlâ heyecanlandıran ne var?”
Adam belirtti:
“Her ağzından çıkan.”
Haftaya görüşmek dileği ile…