NOSTALJİ KIRILMASI (1)
er Şanlıurfa Eyyübiye. Mevsimlerden kış, Aralık 2018. Yurt turnemiz kapsamında okullarımızı ziyaret edip gençlerimizle buluşuyoruz. Okulun önünde aracı durdurduk. Asistanların araçtan dosyamı almasını beklerken gözüm okul kapısının hemen karşısında oturmuş yaşlı bir adama ilişti. Ağlıyordu.
Bu yaştaki adam neden bu kadar içli ağlar diye sorarken kendime, kendimi adamın karşısında diz çökmüş bir şekilde sohbet ederken buldum;
“Amca, neden ağlıyorsun?”
Bozuk bir Türkçe ama iliklerime kadar işleyen bir samimiyetle bana baktı. Gözleri sırılsıklam olmuş, akan yaşlar bembeyaz sakallarını ıslatmıştı;
“Oğul” dedi.
“Abdest alıyordum. Tüm azalarımı sıcak suyla yıkadım. Ama..” dedi bu kez sol ayağını göstererek; “aha bu ayağıma sıcak su kalmadı, kalkıp gidip getiremedim de”
“Ben” dedi derin bir iç çekerek.
“Soğuk suyla yıkadığım bu ayağın hesabını Rabbime nasıl veririm”
Hava buz gibi soğuktu ama ben başımdan aşağı kaynar sular boşalmış gibi yandım bu sözlerle. Elimi dizine koyup gayri ihtiyari kekeleyerek; “Rabbim sizin gibi değerlerimizi başımızda eksik etmesin” derken gelen bir gürültüyle kafamı kaldırdım. Eşi olduğunu sonradan öğrendiğim yaşlı bir teyze, sobanın kovasına odun yerleştiriyor ama odunu kovaya koymadan önce yere sertçe birkaç kez vuruyordu.
Onun duyabileceği bir sesle;
“Annem” dedim. “Neden odunları öyle vuruyorsun yere?”
Kafasını dahi kaldırıp bana bakmadı ama verdiği cevap iliklerime kadar titretti beni;
“Odunların üzerinde böcekler rızkını arıyor. Yere vuruyorum ki, buraya düşüp sobada yanmasınlar”
Beynim çatlarcasına düşünüyor.
Böylesine naif, böylesine farkında, böylesine samimi ve böylesine iliklerine kadar teslim olmuş insanlardan yeni doğmuş bir kedinin gözlerini oyan, yavru bir köpeğin ayaklarını kesen, çalamadığı ineği bıçaklayan, içindeki canlıları zerrece düşünmeden dünya hırsıyla ormanlar yakan, bir anneyi çocuğunun gözü önünde katleden bir toplum nasıl türedi ve biz bu hale nasıl geldik ?
Evet, mazideki güzel günlere kaçıp sahte bir rahatlama hissiyle ne sorumluluklarından kurtulabilir, ne de bugünün problemlerini çözebiliriz biliyorum. Kabul ediyorum, nostalji kavramı bir istikamet kırılmasıdır. Ama günümüzdeki 18 yaşındaki genç kızımız, delikanlımız dahi bu kırılmanın yansıması içinde kaybolan benliğini arıyorsa ortada çok ciddi bir sorun var demektir.
Zira gün geçmiyor ki okuduğum yazılarda, yaptığım alalade bir sohbetlerde dahi "geçmişe hasret"in izlerini görmeyeyim. Kimisi ah çocukluğum diyor. Kimisi ahhhh çekiyor en derininden “asr-ı saadette yaşasaydım” diyor. Elbette ki, bugünü kurtaracak doğru davranışları getirmek için maziye gitmek gerekebilir. Bu niyetle yapılan bir gidiş, dönüşü olan bir gidiştir. Ama nostalji tam da maziye göçüp kalmaktır.
Demek ki bizim maziye dair duyarlılığımız, niyetimize göre istikamet üzere yol almamıza da vesiledir, nostaljiye düşüp istikamet kırılmasına uğramamıza da…
Çünkü, sahte bir rahatlama hissi vardır geçmiş özleminde. Sürekli dillendirilen, hayal edilen geçmiş, çaresizliğin, ümitsizliğin, edilgenliğin ve tembelliğin üzerini örtme çabasından başka bir şey değildir aslında bu.
Müslümanlar olarak biz de sıkça düşüyoruz nostalji tuzağına. Asr-ı Saadet’te yaşasaydık, Osmanlı zamanında olsaydık her şey daha iyi olacakmış gibi geliyor. Oysa Allah, hikmetine binaen bizi burada, bu zamanda yarattı. Yani çocuğuyla, genciyle, yaşlısıyla bir altın çağımız olacaksa; o, bugünümüzde saklı. Hiç bir güç giden zamanı geri getirmeye muktedir değildir. Zamanı durdurma gücü de verilmemiştir kimseye.
Dolayısıyla biz, bu geçmişe özlem denilen hastalığı yok etmediğimiz sürece yarınlara sağlıklı ulaşamayacağımız kanaatindeyim.
Tüm bunları neden anlattım?
Bugün 30 Ağustos... Yıllar önce her karışı şehit kanı ile sulanan bu mümbit toprakların kurtuluşunu kutluyoruz. Ama bayramlar aynı zamanda bir muhasebe gerektirmez mi geçmişe dair ?
Var mısınız ahvalimizi sorgulamaya ?
Güzelim coğrafyamızda akrabadan öte yaşanan komşuluk ilişkileri, mahalle sohbetleri, bir vücudun azalarıymışcasına dorukta yaşanan muhabbet, tarihin tozlu raflarında yerini alırken uğradığımız bu müthiş bilinç kaybı; tek merkezden servis edilen ve hafızalarımızı topyekûn yok eden bir kültürsüzlük dalgasının işgal etmesi ile de zirveye ulaşmış durumda..
Sahip olduğumuz insanî değerler erozyona uğramaya yüz tutmuş, sınırsız bir dünyevileşme tüm benliğimizi esir almış; bireysellik, bencillik, çıkarcılık, çekememezlik ve tahammülsüzlük gibi olumsuz değerler ilişkilerimizde en ön sıradaki yerini almakta gecikmemiş; bütün bu beşeri zaaflar da toplumumuzda mutsuz, umutsuz, olumlu düşünemeyen ve paylaşamayan kişilerin sayısını artırarak yazık ki bugün hedefine ulaşmış durumda.
Parkta yatan kimsesizler, sahillere vuran cesetler, açlıktan ölen ve soğuktan donarak can veren insanlar, toplumun büyük bir kesiminde başgösteren geçim sıkıntısı ve yetememe telaşı, arşa yükselen ağıtlar, yanan ve yakılan yürekler, gözleri sadece bir resim karesine mahkum bırakılmış bağrı yanık anneler de ulaşılan bu hedefteki en önemli resim kareleri olarak göze çarpıyor.
Bakın televizyonlarımıza ve dizilerimizdeki özendirici tabloları irdeleyin !
Kültürümüzü, aile yapımızı, değerlerimizi, kutsallarımızı ve toplumsal dinamiklerimizi yerle bir etmek adına sarfedilen eforun dışında başka ne görebiliyorsunuz? Bozuk bir Türkçe, yarım cümleler, güneş görmemiş küfürler,kocasını aldatan ve bunu gururla anlatan kadınlar, tüm kültürel değerlerin ayaklar altına serildiği evlilik programları, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye odaklanmış zihniyetlerin yakalandığı ‘tekfiriyet’ hastalığı, ölü yarıştıran bir zihniyet; renge, dile, dine, ırka bürünmüş bir zulüm tablosu.
‘İletişim’ çağının barometresi olarak addedilen sosyal medyaya bakın; haklı olma telaşı içinde "ayetleri" bile neshedecek kadar gözü kararmış ; Allah’ın affetme ihtimali sonsuz olan kullarının celladı kesilen ve onun “Rahman” sıfatına ortak olabilmek(!) adına kendi çıkarlarına ve “ego putlarına” tapma telaşında milyonlarca insan var.
Yani amacı amaçsızlık olan koca bir güruh çarpıyor gözümüze?
“İyi”ler tabi ki var ama yazık ki hep olduğu gibi ‘azınlık’ ve ne acıdır ki ‘pasif iyi’ olarak kalmayı tercih ediyorlar.
Düne, on yıl veya yüz yıl öncesine kadar çok daha rahat görünsek de, artık “insan” kavramının “insanlık” kriterlerinden ne kadar uzaklaştığının; çamurdan yaratılmışın ne kadar çamurlaştığının; insanın ne kadar yalnızlaştığının, mutsuz hayatların en yüksek perdeden haykırışlarının ve toplumun hemen her bir ferdini esir alan “boşluk” kavramının okunması için kahin olmaya gerek var mı?
İçinde yaşadığı koca kalabalığa rağmen yalnızlığın dipsiz kuyusuna terk edilmedi mi insan? Annenin babayla, babanın oğulla, annenin kızıyla konuşamadığı ; herkesin 120 m2 lik bir çatı altında dahi kendine ait bir dünya kurduğu ve “anlaşılamamaktan” şikayetçi olduğu bir tablo yok mu önümüzde?
Modern kentsel yaşamla birlikte apartman hayatının artışı, teknolojik aletlerin etkisi, post-modern anlayışın geliştirerek bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleştirdiği sanal âlemin etkisi ile oluşan yeni yaşam tarzı ; geçmişten, gelenekten, dini motiflerden gelen değerleri öteleyip toplumsal hayatın dışına itti maalesef.
Yaklaşık iki buçuk asırdır, dindar kesimlerin; güç ve teknoloji üzerinde yükselen Batı Avrupa ve onların ortaya koyduğu modern değerler(!) karşısında yenilgi psikolojisi ile oluşan nisbetleşme duygusu ve yetersizlik kompleksi de buna eklenince değerlerin ötelenmesi ve yitirilmesi hızlandı.
Baş döndürücü hızla meydana gelen bu etkileşim bizler için ihtiyaçtan ziyade bir özenti halini aldı. Bu sayede de en çok tv programı izleyen, telefon kullanan, internet başında sabahlayan toplumlardan biri haline geldik rutin yaşantılarımız içinde bir “farkındalık” arama telaşı içinde ve kültür emperyalizminin ilmiğini kendi ellerimizle boynumuza geçirdik.
Bir tarla nemli olmazsa tohum yeşerir mi?” Tabi ki hayır.
E madem hayır; neden biz tarlamız nemliyken tohuma ve tohum atana kızıyor, onu lanetliyor; aklımız sıra vicdanlarımızı teselli ediyoruz ki? Dil ile lanet okumak ne değiştirecek diye sorayım size? Bizim tarlalarımız nemli ki adamların attıkları tohumlar anında yeşeriyor; çok kısa sürede de fitne ve fesat tarlalarına dönüşüyor.
Bugün kağıda simit çizerek lanet okuduğumuz Amerika 1783 yılında imzalanan Paris anlaşması ile bağımsızlığını kazanmış doğru mu? Evet...
(Devamı yarın)