ORTAK AKIL ZORUNLULUĞU (3)
Bakın ekranlarımıza mesela; başta sağlık olmak üzere siyaset, eğitim, ekonomi, magazin, spor, alışveriş, deprem, sel, yangın, terör (sayın sayabildiğiniz kadar) konularında konuşanlar hep aynı kişiler hep aynı yüzler. Sanırsınız ki her birini ayrı ayrı kopyalayıp aynı anda farklı fakültelere ışınlayarak, tüm bilim- ilim- eğitim- sağlık- ekonomi- siyaset okullarından mezun ederek her konuda bilgi sahibi yapmışlar.
Sadece ekranlarda mı böyle bu durum? Hayır maalesef!
Ülkede az evvel andığım okuma oranına rağmen günde iki yüz civarında yeni kitap çıkıyor ve köşe yazarı sayımız milyonu katlamış durumda. Metin yazarlığı, içerik editörlüğü gibi henüz yeni yeni filizlenen alanları saymayacağım.
Böyle olunca da doğunca annesinin, okulda öğretmeninin, evlilikte eşinin, askerde (erkek ise) komutanının, işte patron veya amirinin susturduğu bir toplum konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor.
Alemlere rahmet olanın dahi kendisine inen ilk ilahi emri “bilmiyorum” şeklinde bir hitapla karşıladığı, eskilerin “bilmiyorum” erdemiyle tevazunun zirvesine ulaştığı bir manevi mirasın üzerinde tepinirken, bilgelik(!) taraftarlık gibi bir vebayla buluşunca ne olur bunu tahmin etmek zor değil.
Göremiyoruz ama yorulan umudumuzun fitilini ateşlediği öfkelerimiz, sırf bu aktarmaya çalıştıklarım yüzünden her an için uyanık. Ancak öfkeyle yaşamak, her güne nefretle, endişeyle, korkuyla uyanmak, içinde durmadan kötülük biriktirmek, herkesten önce kişinin kendi insanlığını çürütüyor, kendi hayatını herkesten önce kendisi için günden güne ağırlaşan bir yüke dönüştürüyor.
Çünkü öfke, endişe ve korkularımızın ateşli topları önce bizim içimizde patlıyor. Nefretlerimizin zehirli okları başkalarına ulaşmadan önce bizi zehirliyor. Kötülükler, dışa vurduğumuzdan çok daha fazla içimizde kökleşiyor. İçimizde kök salmasına izin verdiğimiz bütün bu kötülüklerle de hayatı ve bu hayatın bize sunduğu anlamı yavaş yavaş yok ediyoruz. Bu sayede de her geçen gün biraz daha kirleniyor, kararıyor, zehirleniyoruz.
Bakın mesela, artık sosyolojik röntgenimiz haline gelen sosyal medyaya;
Hayatı doğduğu günden, yaşadığı şehirden, bitirdiği okullardan, gittiği ülkelerden, okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden, kullandığı markalardan, takıldığı ortamlardan, bulunduğu mekânlardan, donattığı sofralardan, yaptığı paylaşımlardan, gülümsediği fotoğraflardan, süründüğü kokulardan, yakaladığı trendlerden, kendisini öznesi sandığı bilişiminden, iletişiminden, etkileşiminden, baktığı ekranlardan, dokunduğu tuşlardan, tıkladığı linklerden, yaptığı yatırımlardan, açtırdığı hesaplardan ibaret sanıyor artık insanlar.
Zihin dünyamızın barometresi olarak gördüğüm sosyal medya hesaplarından (başta kendi nefsim) neredeyse hepimiz “insanın pek kendinde olmadığının” farkındalığıyla olsa gerek, sürekli insanı kendine çağıran laflar ediyoruz, ama nafile. Nafile çünkü; bu çağrılar, bu çağrıları yapanlar da dahil olmak kendine dönmek üzere herhangi bir şey yapmıyor.
Çünkü sözler samimiyet barındırmıyor. Samimiyet barındıran sözler de bunca hengâme içinde kaybolup gidiyor. Bu sebeple de kendinde olmama hali da giderek yerleşip “normal” görülmeye başlanıyor. Zira biz kabul etmesek de kendimize dönme ihtimallerine dair o hoş tekerlemeleri, kendinde olmadan yaşama suçunu aklamak için birer imkân olarak kullanıyoruz.
Peki bu işi nasıl başaracağız derseniz?
Öncelikle “dönüşümün” kendimizden başlaması gerektiği gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. Çünkü, âlemlere rahmet olanın hayatına baktığınızda yaklaşık beş yıl süren “Hira Okulu” bu değişimin bireyden başlaması gerektiğinin en önemli işaretlerinden biridir.
“Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” gerçeğini benliğimize fısıldayan bu okul; hakikate talip olan, bilgeliğe erişerek sevgiyi, merhameti, adaleti yaymak isteyen ve bu sayede de toplumun ıslahına çalışan kişiyi özüyle buluşturduğu gibi aynı zamanda mekânsal olarak bir “mağara” olduğu için hayat standartlarındaki en alt seviyeyi gösteriyor.
Yani bu okulun ilk şartı, “fedakârlık”.
Öyle ya, fedakârlık olmadan hiçbir dava yürümez, yürütülemez. Ama bu fedakârlık, okuyarak ve dinleyerek değil ancak yaşamakla, yaşatmakla öğrenilir ki, bu durumda yaşayan modeller çok önemlidir.
Konuyu fazla uzatmamak adına “fedakârlık” konusuna burda girmek istemesem de kısaca diyebilirim ki, bugünkü İslam dünyasının en büyük çıkmazı öndeki zatların sorunlu olmasıdır!
Zira âlemlere rahmet olanın kanaat, şükür, tevazu dolu ve “hiçlik” üzerine bina edilmiş yaşamına rağmen; bu değerleri anlatan, O’nun kürsüsünden, O’nun hırkasıyla bağıran ama bir eli yağda bir eli balda olan lider ve hocalardan fedakârlık değil ancak sefahat öğrenilebilinir!
Çünkü kendinden başlamak adına “Hira Okulu”na adım atan birey; dünya adına tüm beklenti, istek ve taleplerini o “mağara”nın kapısında bırakacak ve böylelikle de bu standarda alışan bir birey olarak hayatta karşısına çıkan hiçbir engele karşı yılgınlık göstermeyecek, şikayet yerine şükür makamında olacak; okuma ve anlamalarından elde ettiği bilgiyi “hâliyle” “yaşa”maya başlayacağı için yaşadığı çağa (çevresinden başlayarak) “taşı”maya da adım atmış olacaktır.
Rabbim her birimize “özünden” okumayı, bu “özü” anlamayı ve yaşamayı; dilimizden ziyade “hâlimizle” taşımayı ve sorunlarımızı “ortak akıl” ile, “istişare ahlakı” ile çözebilmeyi nasip etsin!
(Bitti)