ORUÇ BİZİ TUTSUN-3
Ramazan ayı; sabrı öğrendiğimiz, zihnimizi ağırlıklarından kurtarıp bütün dikkatimizi hakikati idrake yönelttiğimiz bir ay olmayacaksa veya vicdani ve irfanî bakışımız daha da keskinleşmeyecekse; tam aksine daha çok körleşip, daha çok semireceksek eğer ve bu kutlu kılınmış zaman dilimi biz nasibimiz alamadan geçip gidecekse bu kadar laf salatası, bu kadar gösteriş, bu kadar debdebe ve şatafat ne için?
En önemlisi de Ramazan’ı bir rahmet ve mağfiret ayı olarak gören, bu müstesna zamanı muhasebe ile geçirme hassasiyetinde olan insanlar, böyle bir hengâme ve gürültü içinde aradıkları sükûneti nerede bulacak, maddi dünyanın tacizleri altında ruh kirlerinden nasıl arınacaklar?
Ya da düşünmek lazım;
Allah’ın emri diye mi oruç tutuyoruz yoksa bizi daha sağlıklı, daha rahat, daha dengeli, daha mutlu, daha sosyal, daha paylaşımcı kılsın ya da “el aleme” daha zengin göstersin diye mi oruç tutuyoruz?
Eğer söz konusu oruç ibadeti, Allah’ın emri diye tutuluyorsa bu emri tartışmak, onu özendirici bir spor gibi göstermek kimin haddidir?
Allah'ın “tutun” diye emrettiği orucu, tutmakta zorlanan diğer insanlara daha “sempatik”, daha “yararlı”, daha “sağlıklı”, daha ve daha “kolay” göstermek gibi bir misyona soyunmak hangi birimizin hakkıdır?
Bugün, kelam ehlinin tespitince biliyoruz ki “Müslüman” teslim olmuş kişi anlamına geliyor. Yani Allah’ın “yap” dediği emre şartsız uyan ve bunu yaşamına nakşetmeye çalışan kişi “Müslüman” sıfatına sahip oluyor.
Bu emirleri emir bilip, yine de o emre uymadık veya uyamadıysak; vicdanımızda bunun acısını ölesiye hisseder, pişman olur, yanar yakılır, tövbe eder; kendi acizliğimiz ve zafiyetimizden, hamlık ve çiğliğimizden, hata ve ihmalimizden Rahman ve Rahim olanın merhametine, gölgesine ve serinliğine sığınırız.
Bunun reçetesini yazmak için, kimlere gökten “yazılı beyan” indirilmiştir ki; hemen herkes bu konuda ahkam kesme hakkını kendinde bulup, Rahman’ın günah sevap tahsildarlığına soyunarak oruç tutmayanı ateş ehli ilan edebiliyor?
Bu kutlu zaman dilimi; rahmetle yıkanan seher vaktine, hikmet peşindeki akla, hakikatle çarpan kalbe, bilgelikle nurlanan yüze, susuzluklardan sonra suya, karanlıklardan sonra ışığa, sıkıntılardan sonra genişliklere, kendi içine büyüyen bir maneviyata, günahları temizleyen tövbeye, duaya koşulan dillere, candan kopan aminlere, rükûlara ve secdelere, varlığı kuşatan muhabbete, şükre ve ikrama, hoşnutluk ve rızaya, nezaket ve ihtimama, efendilik ve zarafete, içe dokunan kelama, yaratılışımızdaki esrara, kulluktaki ısrara, azme ve sabra, rüyaya ve ilhama, boğazdaki düğüme, buğulanan göze, bükülmüş boyunlara, kırılmış dizlere, yakaran dudaklara, niyaz makamındaki fısıltıya, hayra uyanan şuura, aklımıza sığmayan kainata, içimize sığmayan manaya şahitlik etmeyecekse neden var?
Yaratanın ayların sultanı eylediği; iyiliğin, güzelliğin, nezaket ve inceliğin; yeniden evleri, sokakları, şehirleri ele geçirip fethettiği bu güzel zamanı, dünyanın nimetlerinden bir nebze el çekerek, nefislerimizi mümkün mertebe kötülükten uzakta tutmaya çalışarak, kötü söz söylememeye, kötü iş yapmamaya gayret ederek geçirmeyeceksek bu kutlu zaman dilimi neden var?
Yaşamanın bir gayesi, bir hikâyesi, bir anlamı olduğuna inanmışlar olarak; yaşadığımız çağa olan borcumuzun farkında alışık olduğumuz günleri değiştiren; ruhlarımızın konforunu bozup, yozlaşmanın nefislerimizde kök salmasına engel olan bu kutlu zaman dilimindeki varlık sarsıntısı ile aldığımız her yeni nefesi, insanlaşma yolunda atmakta olduğumuz yeni bir adım olarak görmemiz gerekmez mi?
Kabul edelim ki;
Ramazan ayıyla birlikte hayata bakışımızda, yeme içme tasavvurumuzda, insanlarla olan münasebetimizde, ibadet ve varlık muhasebemizde bir başkalık ve değişiklik hasıl olmuyorsa; bizim kararmaya yüz tutmuş, mavisi eskimiş ruh semalarımızda gerçekte bir Ramazan hilali görünmemiş demektir.
(Devam edecek)