M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

SABAHIN SAHİBİ VAR! (1)

Meşhur hikayedir belki de asırlardan beri rivayet edilip günümüze kadar gelen;

Vaktin birinde bir kral, şehirde gezerken gördüğü genç bir kadından çok etkilenir. Maiyetindekilere emirler yağdırarak kadın hakkında bilgi toplatılmasını ister ve bir süre sonra gelen haberciler kadının ülkenin en bilinen, en sevilen demircisinin karısı olduğunu bildirir. 

Kadını unutmak istese de aklından atamadığı gibi arzusu günden güne büyür. “Nasıl unuturum?” kıvranırken danıştığı etrafındaki dalkavuklar; “unutmanıza ne gerek var kralım, demirciyi asalım sorun kalmasın” diye akıl verirler. 

Durup dururken hemde şehrin en sevilen esnafını astırmak konusunda şüpheye düşer kral ama ona da çözüm bulur varlıklarıyla şeytana rahmet okutan dalkavuklar;

“Yeni sarayınız için ertesi güne bin çivi yapmasını isteriz“. 

Bu filir kralın aklına yatar ve demirciyi huzura çağırtıp; 

“Yarına kadar bin tane çivi yapmazsan, şafakta asılacaksın” der.

Demirci bir günde bin çivinin yapılamayacağını bilse de, endişelerinden sıyrılıp çivi yapmaya başlar; hem de herzamankinden daha özene bezene. Durumdan haberdar olan karısı ve yakınları feryat figan ağlayıp sızlarken; o, çalışmaktan ağlamaya zaman bile bulamaz. 

Kaygısızlığını hele hele bu kadar özenerek çivi yapmasını dile getirenlere de “Tuzak kuranların en hayırlısı Allah’tır” teslimiyeti içinde;

 “Sabahın da bir sahibi var” der.

Şafak yaklaşırken daha çivi sayısı yüzlerde iken saraydan bir adamın koşarak geldiği görülür. Yakınları ağlamayı ağıtlara çevirip feryatlarını tüm şehirden duyulacak kadar arttırsalar da demirci tüm geceki sakin tavrı ile aynı cümleyi kullanır;

Sabahın da bir sahibi var

Kapıya ulaşan saraydan gelen adam kapıyı can havliyle çalmakta ve bağırmaktadır; 

“Demirci, ne kadar çivi yaptıysan hemen ver. Kral az önce öldü, çivileri tabutuna çakacağız!”

Adli ilahinin milim şaşmaz terazisini benliğimize tokat gibi çarpan böyle bir olay yaşandı mı bilmiyorum; lakin gönül coğrafyasındaki umutları yeşerten, en zifiri karanlıkların dahi içinden aydınlıkların yakın olduğunu fısıldayan bu ve benzeri yaşanmışlıklar, hayata dair şartlar ne olursa olsun umutsuzluğa yer olmadığını, küfrün belki ebedi olduğunu ama zulmün ömrünün kısa olduğunu kazıyor adeta hafızalarımıza. 

Allahualem Kerbübela Romanı’nın dördüncü cildini yazarken denk gelmiştim;

Hz Hüseyin(r.a) kendisi ve diğer refiklerini öldürmeye gelen Yezid’in askerlerine haykırıyordu;

“Ey insanlar biliniz ki, zulüm üç çeşittir:

Allah'ın affetmeyeceği zulüm, Allah'ın affedeceği zulüm ve Allah'ın ondan vazgeçmeyeceği (hesapsız bırakmayacağı) zulüm. Allah'ın affetmeyeceği zulüm, Allah'a şirk koşmaktır. Allah'ın affedeceği zulüm, insanın kendisiyle Allah arasında olan bir şeyde zulüm etmesidir. Allah'ın ondan geçmeyeceği zulüm ise yarattıklarına yapılan zulümdür.”

Bundan olsa gerek ki bir çalının dahi kendisine sığınan kuşu itmesine müsaade etmeyen ilahi kodlama, bazen o kuş yuvasına varsın diye fırtınalar çıkarır da biz duvardan ötesini görmekten aciz, tek bir hareketimizin karanlığa mahkûm bıraktığı gözlerimizle olan bitenin farkına dahi varamayız.

Bundan olsa gerek ki zulümde hak aramak ya da haksızlığa uğradığını hissettiği anda öfke ve hırsla kirlenen akıl; hakkaniyet, merhamet terazisinden uzaklaştığı anda intikam duygusunun toprağında yeşeren o necis duyguyla tüm bedeni zehirli bir sarmaşık gibi ele geçiriyor ve aslında mazlum olan kişi bu necasetle zalim konumuna geçiyor. 

(Devam edecek)

<