SABAHIN SAHİBİ VAR! (2)
Üstelik bu davranışı ile en büyük haksızlığı kendisine yaptığının farkına dahi varmadan züccaciye dükkanına giren fil gibi etrafında ne varsa kırıp döküyor. Tarih şahittir ki nice ulu çınar bu zehirli sarmaşığın elinde helak olup gitmiş, nice mazlum karınca ahlarıyla koca koca padişahları yerle yeksan etmiştir.
Doğrunun da yanlışın da tarifini en ince ayrıntısına kadar yapan bu ilahi kodlama doğrunun içine yanlış katmaktan, yanlışın içinde doğru aramaktan sakındırarak ısrarla “amasız” adalete işaret ediyor. Ucu size dokunsa dahi adil olun ve bundan asla taviz vermeyin, o an yapacağınız bir haksızlık nefsinizin hoşuna gitse dahi bunun bedeli sizin için çok ağır olur diye uyarıyor. Bu hassasiyet korunmaksızın yürünen hiçbir yoldan hakiki bir gayeye varılmayacağının; içinde hakikate sadakat taşımayan hiçbir mücadeleden hayırlı bir netice çıkmayacağının da altını çiziyor.
Bu tespitlerden yola çıkarak diyebiliriz ki aslında hak, hukuk ve adalet gibi kavramlar tarifini kafamıza, keyfimize, menfaatimize göre değiştirebileceğimiz; yoğurarak istediğimiz şekli verebileceğimiz, su katarak istediğimiz kıvama getirebileceğimiz, kendimize doğru yontabileceğimiz şeyler değil.
Çünkü kabul etmek zorundayız ki;
Kişinin iyi ve doğru olmasında ölçümüz hak ve hakikattir. Adalet ancak bu şekilde “amasız” hale gelir. Kişiler, bize yahut sevdiklerimize sağladıkları fayda sebebiyle değil, hakikate nispetlerine göre iyi ve doğru olarak tarif edilir. Aksi halde bize faydası olduğu düşüncesiyle kötüyü ve yanlışı sahiplenip, bize zararı olduğu vehmiyle iyiyi ve doğruyu ortadan kaldırmak durumunda kalırız ki zaten bugün boğuştuğumuz konuların asıl sebebi de bu teraziyi kuramamaktan kaynaklanmaktadır.
Madem ki kulluğu kendisinden öğrendiğimiz tek ve hakiki kul, çağlar ötesinden zamanımızın kalbine üfürerek “din samimiyettir” diyor, anlayacağız ki eğri oturup da doğru konuşmak nasıl mümkün değilse eğri bakıp doğru görmek, doğru kararlar almak da öylece imkânsız!
Yani bizim lehimize iken şerbet olanı aleyhimize iken zehir de olsa yudumladığımızda, bize yapıldığında zulüm olanı bir başkasına yapıp zalimlerden olmadığımızda, dostumuz için istediğimiz adaleti düşman bellediğimiz “ötekilerden” esirgemediğimizde, güçlüyken gösteremediğimiz merhameti zayıfken kimseden beklemediğimizde, geceyi örtü kılanın hatırına gündüz taşıyamayacağımız yüke karanlıkta hamallık yapmadığımızda; “adalet” denen o iki ucu keskin kılıçla “kıssasa kıssas” diyen “sabahın sahibi”, hak edene hakkını verecek ve mazlumu hiçbir surette zalime yem etmeyecektir.
Sizce de bu tılsımı kaybetmiş olmamızdan değil midir ki;
En mühim meselelerde dahi bir araya gelememek yetmiyor artık bize; ne yapıp edip en küçük farklılıkta bile kavga edebilmenin orijinal yollarını buluyoruz!
Veya sırf bu yüzden değil midir ki, hayatımızda her şey yolundayken kerameti hep kendimizden biliyor, bunları kendimiz elde ettiğimiz vehminde boğuluyor ama işler sarpa sarınca kabahati hep başkalarına yüklüyoruz!
Bakın artık yazık ki bozkırlaşan gönül coğrafyalarımıza, “adil” sıfatı mucibince sebepleri yaratandan gâfil bir halde sebebe itimat ettiğimiz için işimiz olunca sebebe teşekkür ediyor, olmayınca sebeple kavga ediyoruz artık.
Öyle ya sebepler dünyasında yaşamıyor ve bu sebepler zincirinin hikmetlerinden mahrum, maddeye teslim bir dünyada vaat edileni bırakmış peşin olanın derdinde ömür sermayemizi tüketmiyor muyuz?
Kalbimden zihnime damlayan kelimelerle “sebepler” konusunu biraz daha açalım isterseniz.
Rahmet olsun ecdadımıza dedem anlatırdı;
Tüm geçimini topraktan sağlayan bir köyde aylarca yağmur yapmamış, gözler bulutlara hasret kalmış, dereler kurumuş, her taraftan adeta ateş püskürür hale gelmiş.
Köylü yağmur duasına çıkmış ama nafile; ne ters giyilen cübbeler fayda etmiş ne doyurulan açlar ne giydirilen fakirler ne başı okşanan yetimler rahmeti celbetmiş. Ahali perişan halde.
(Devam edecek)