“SANATI” DA BLURLAYALIM!
Niye bu başlık? Çünkü bir işe yaramıyor! Suya sabuna dokunmuyor! Şiddetli depremler yaşadık. Masalar devriliyor. Statlar inliyor. Peki sen ne yapıyorsun? Mahalenin şımarık çocuğu! Tepeden bir bakış fırlatıp her daim yaptığın gibi, son sürat işine bakıyorsun! Dünya yansa umurunda değil! Bak! İnsanlar masa kurmuş, sonra da keyfi istediği zaman yıkabiliyor! Peki sen? Henüz daha sandalye bulamıyorsun! Kaç kişilik olacak? Kimler oturacak? Yuvarlak mı olacak masa? Kare mi? Üçgen mi? Buna bile karar veremiyorsun!
Daha dün biri çığlık attı metroda. “Çalma! Fotoğrafımı da paylaşma!” diye. Ürperdim! Refleks haline gelmiş artık demek ki çalma. O kadar sık duyacağız ki bunları uzun yıllar! O kadar çok dile getirmemiz gerekiyor ki olan biteni! Hiç unutmadan. Olduğu gibi. On beş on altı yaşlarında bir genç insan. Sırt çantasıyla ayakta. Yüzünde izler var. Muhtemelen yaralı kurtarılırken savurduğu kelime “çalma!” Biliyordu çünkü, enkazdan kurtarıldığı an kendisinin fotoğraflarının da her zamanki gibi basında, sosyal medyada, depremlerde, afetlerde, kazalarda, savaşlarda yaralanan, hayatını kaybeden insanların görüntüleri gibi, çocuk, yetişkin demeksizin, neredeyse tüm kesimler tarafından fütursuzca paylaşıldığını. Paylaşılacağını. Ve işin tuhafı, kendini “sanatçı” olarak tanıtan kişilerce de geniş kitlelerin kaba iştahını doyurmak için, şiddet retoriğini korumakla yükümlü görsellerle, ‘medya etiğini’ yok sayarak sergileneceğini. Övgülerle süslü ödüller alacağını. Özel veya resmi kurumlarda tantanalı açılışlarla manşetlerden düşmeden. Savaş fotoğraflarında, belgesellerde, filmlerde, videolarda. Trafik kazalarındaki parçalanmış vücut ve uzuvlar. İzinsiz hasta insanların görüntüleri hastanelerden. Kıyıya vurmuş çocuk ve yetişkin bedenleri. İnsani hiçbir kaygı olmadan. Hoyratça teşhir edileceğini biliyordu. Kanıksanacağını ve artık fark edemeyeceğini, ayırdına varamayacağını kimsenin ne olup bittiğine dair… “Sanat” yaptığını iddia edenler ve diğerleri tarafından, kendini savunamayacak bebek, çocuk, dezavantajlı veya kaybettiğimiz canlarımızın görüntülerini keyfi olarak paylaşırken, yakınlarından dahi hiçbir izin alınmayacağını. Sigara, içki neyse, kitap kapakları bile blurlanırken yüzlerin, bedenlerin blurlanmayacağını.
Öte yandan aç olduğu için ekmeğe uzanan çocuğu yakalayanlar ortalıkta görünmüyordu! Bu çocuk mu çalıyordu? Yoksa onun hayalleri mi çalınıyordu? Hayallerimizi çalanlar sınır tanımıyor keyfi neyi isterse onu çalıyordu. Başkasına ait fikri, sanat eserini, inşaat çimentosunu-demirini, banka hesabını, mücevheri, tarihi eseri… Habire çalıyordu… Ödüllerle çalıyordu. Zar atıyordu. Oynuyordu.
Dualarla açıyorduk. Sergilerimizi, tesislerimizi. Çimentosunu, kumunu, demirini çaldığımız binaların sergi salonlarına da apartıp kendimize mal ettiğimiz “sanat eserlerimizi” asıyorduk. Aklıyorduk, paklıyorduk her şeyi. Biz “oluyorduk!” Sonra? Ellerimiz kirleniyor yıkıyorduk! Su? O da kirlenmişti!
Öyleyse ne yapalım şimdi? Mahallenin yaramazı! Seni de blurlayalım! Hiç işe yaramadın ki! Yaratıcılığımızı yaşatmadın ki!