JALE İRİS GÖKÇE

JALE İRİS GÖKÇE

ARAŞTIRMACI SANATÇI

“SANATI” DA BLURLAYALIM!

Niye bu başlık?    Çünkü bir işe yaramıyor!    Suya sabuna dokunmuyor!   Şiddetli depremler yaşadık.    Masalar devriliyor.   Statlar inliyor.    Peki sen ne yapıyorsun?  Mahalenin şımarık çocuğu!   Tepeden bir bakış fırlatıp her daim yaptığın gibi, son sürat  işine bakıyorsun!   Dünya yansa umurunda değil!   Bak!    İnsanlar masa kurmuş, sonra da keyfi istediği zaman yıkabiliyor!    Peki sen?   Henüz daha sandalye  bulamıyorsun!   Kaç kişilik olacak? Kimler oturacak?    Yuvarlak mı olacak masa?   Kare mi?   Üçgen mi?    Buna bile karar veremiyorsun! 

  Daha dün biri çığlık attı metroda.   “Çalma!   Fotoğrafımı da paylaşma!”   diye.     Ürperdim!   Refleks haline gelmiş artık demek ki çalma.       O kadar sık duyacağız ki bunları uzun yıllar!   O kadar çok dile getirmemiz gerekiyor ki olan biteni!    Hiç unutmadan.  Olduğu gibi.   On beş on altı  yaşlarında bir genç insan.    Sırt çantasıyla ayakta.    Yüzünde izler var.    Muhtemelen yaralı kurtarılırken    savurduğu kelime     “çalma!”    Biliyordu  çünkü,    enkazdan kurtarıldığı an     kendisinin fotoğraflarının da     her zamanki gibi   basında,   sosyal medyada,    depremlerde,   afetlerde,  kazalarda,  savaşlarda    yaralanan, hayatını kaybeden insanların görüntüleri gibi,     çocuk,  yetişkin demeksizin,     neredeyse tüm kesimler tarafından   fütursuzca  paylaşıldığını.     Paylaşılacağını.    Ve işin tuhafı,   kendini  “sanatçı”   olarak  tanıtan    kişilerce de    geniş kitlelerin  kaba iştahını doyurmak için,   şiddet retoriğini korumakla yükümlü  görsellerle,     ‘medya etiğini’  yok sayarak sergileneceğini.       Övgülerle  süslü   ödüller alacağını.       Özel veya   resmi  kurumlarda     tantanalı açılışlarla     manşetlerden düşmeden.      Savaş fotoğraflarında, belgesellerde, filmlerde,  videolarda.   Trafik kazalarındaki  parçalanmış vücut ve uzuvlar.     İzinsiz  hasta insanların   görüntüleri   hastanelerden.       Kıyıya vurmuş  çocuk   ve  yetişkin  bedenleri.      İnsani hiçbir kaygı  olmadan.  Hoyratça    teşhir edileceğini   biliyordu.    Kanıksanacağını ve artık fark edemeyeceğini,  ayırdına varamayacağını  kimsenin  ne olup bittiğine dair…    “Sanat”  yaptığını iddia edenler ve diğerleri tarafından,  kendini savunamayacak bebek,   çocuk, dezavantajlı     veya  kaybettiğimiz  canlarımızın görüntülerini   keyfi olarak paylaşırken,     yakınlarından  dahi    hiçbir izin alınmayacağını.    Sigara,  içki  neyse,     kitap kapakları  bile       blurlanırken    yüzlerin,  bedenlerin    blurlanmayacağını.  

Öte yandan   aç olduğu için ekmeğe uzanan çocuğu yakalayanlar    ortalıkta görünmüyordu!    Bu çocuk mu çalıyordu?      Yoksa onun hayalleri mi çalınıyordu?    Hayallerimizi çalanlar  sınır  tanımıyor   keyfi neyi isterse onu çalıyordu.     Başkasına ait  fikri,  sanat eserini,    inşaat çimentosunu-demirini,   banka hesabını,  mücevheri,   tarihi eseri…   Habire çalıyordu…     Ödüllerle çalıyordu.   Zar atıyordu. Oynuyordu.   

 Dualarla açıyorduk.    Sergilerimizi,  tesislerimizi.     Çimentosunu,  kumunu, demirini çaldığımız    binaların  sergi salonlarına  da   apartıp kendimize mal ettiğimiz    “sanat eserlerimizi”  asıyorduk.   Aklıyorduk,  paklıyorduk  her şeyi.   Biz  “oluyorduk!”     Sonra?    Ellerimiz kirleniyor    yıkıyorduk!      Su?      O   da  kirlenmişti!   

 Öyleyse    ne yapalım şimdi?      Mahallenin yaramazı!   Seni de     blurlayalım!      Hiç işe yaramadın ki!    Yaratıcılığımızı yaşatmadın ki! 

<