Ertan Yıldız

Ertan Yıldız

Savaş (II)

Germen kralı burglarla savaşa yeni bir boyut getirdi. Otuz kilometreden daha uzak olmayan bu kale düzeni ile hiçbir birlik gece açık arazide düşmana yem olmayacak, burglar tehlike altında birbirine daha hızlı destek sağlayabilecekti. Burglar toprak sahiplerinin hizmet verdiği, ürünlerinden alınan vergiye dayanan, çiftçi-askerlerin sürekli konuşlandığı kale garnizonlar oldu. Ancak Bizans İstanbul'unda olduğu gibi insanlar denize bitişik yaşıyorlarsa güvenlik donanmanın etkinliğine bağlıydı. Araplar gücünü göçer atlılardan alıyordu. Denizcilik için Müslüman olan Hristiyanlardan istifade ediliyordu.

Otoriter ve hiyerarşik olan bu toplumlarda savaş açmak, savaşa son vermek yetkisi son derece küçük bir azınlığın elindeydi. Savaşı sınırlayacak, yıkımları ve acıları önleyecek hiç bir askeri kural yoktu. Savaş bu yüzden ölmeden öldürmek kuralı olarak tanımlandı. 

Savaş toprağı ve insanı ele geçirmek üstüne kurgulandı asırlar boyunca… Savaşmak için insana ihtiyaç vardı. Sayın azsa silahın ve zekan iyi olacaktı. Geliştirilen teknolojilerle savaşçı eksikliği telafi edilmeye çalışıldı. Askeri teknolojiye sahip olamamanın cezası çabuk bir ölümdü. Silahların üstünlüğü başarı şansını artırıyor ama ne var ki silahlar tek başına  savaşları kazanamıyordu. Savaşların sonucunu teknolojiden çok, iyi bir planlama, düşmanın hazırlıksız yakalanması, daha büyük bir ekonomik güç ve her şeyden daha çok güçlü bir disiplin belirliyordu.

Savaşın altyapısı olan yollar, kamplar, hastaneler, silahlarla zırhlar, destek hizmetleri, emekli aylıkları, maaşlar, asgari sağlık personeli, subaylar, donatılar zenginleştirilmedikçe meydan okumalara direnmek çok zordu. Tüm bunlarla ordu devasa bir bürokratik kurum haline gelmişti. Savaş sadece muharebe meydanı demek değildi. Ülkenin herhangi bir yanındaki surlar, kaleler, limanlar bütün sınırlar savaşın her an bir parçası olabilirdi. Bulunduğu yere ve yapacağı işe göre uzmanlaşmış birliklere ihtiyaç vardı. Mesela iyi savunma eğitimi görmüş, iyi silahlandırılmış, iyi disipline edilmiş bir birliği saldırılarla yenmek gittikçe zorlaşıyordu. Menzil çok önemliydi. Daha uzaktan muharebe alanına etki eden daha şanslı oluyordu. Bu da uzun menzilli toplara ve hedefte azami isabet sağlayacak uzmanlaşmış topçulara ihtiyaç olduğu anlamına geliyordu.

Savaşı kazanmak için savaşçı ve teknik ne kadar çok ve gelişmiş olursa olsun disiplin olmadan olmuyordu. Disiplin en güçlü saldırılarda, en dayanıklı savunmalarda korku ve paniğe kapılmadan baskıya dayanmak ve emredileni yapabilmekti. Yap denileni sonuna kadar yapmak, yapma denileni sonuna kadar yapmamak gerekiyordu. Ancak bu disiplin anlayışıyla düşman yenilebilir veya yok edilebilirdi.

İleri siyasi ve ekonomik kurumlar ile altyapıya sahip devletler meydan okuyucuydu. Bu meydan okumaya tepki verecekler uyumlu olmayı tercih ettiler. Dengeyi bozacak olan savaş alanına konulacak yeniliklerdi. Bu dengeyi kimi zaman kılıçlı Romalı lejyonerler, kimi zaman İsviçreli mızraklılar, kimi zaman İngiliz okçular, kimi zamanda ağır ateşli silahlar alt üst ediyordu. 

Uzayan savaşları mevcut ekonomilerin karşılaması olanaksızdı. Ustaca konulan yeni vergiler, mali açığı kapatmak için aranan krediler ve masrafları karşılamak için yapılan borçlanmalar mutluluk vadetmiyordu.

Düşmanlıklar yalnız karada sürüp gitmedi. İngiltere ile Fransa arasındaki uzun çatışmalarda savaşta denizin artan işlevi anlaşıldı. Batı tüm bu olumsuzlukları askeri üstünlük ve deniz hakimiyeti ile yenmesini bildi. 1914’te dünya genelinin yüzde 85’ini denetliyordu. Bu alan günümüzde çok küçülmüş olsa da  Batı kendi ekonomik çıkarlarını korumak ve kendi yararına küresel güç dengesini sürdürmek için askeri gücünü istediği her yere karadan ve denizden ulaştırabilmektedir. 

Savaş batı demokrasilerinde bile politikanın gücüyle daha büyük savaşları, daha uzun yaralı listelerini, daha yüksek harcamaları ve insanların perişanlığını haklı çıkaracak bir hale getirir. 

Savaş mantığa seslenen insanları lanetler. Lanetlenilsekte savaşın karar vericilerine şu soruları sormak gerekir; 

Biz bu savaşla bazı hakları geri kazanıyor veya koruyor muyuz?

Ticaret, sanayi ve tarımdaki çıkarlarımızı koruyor ve geliştiriyor muyuz?

Ülkenin güvenliğini layıkıyla sağlayabiliyor muyuz?

Ait olduğumuz ittifaka ait yükümlülükleri mi yerine getiriyoruz?

Siyasi veya dini bir teori mi yayıyoruz  ya da bunlara karşı bir tedbir mi alıyoruz?

Toprak elde ederek devletin gücünü ve etkisini mi artırıyoruz?

Devletin tehdit altındaki bağımsızlığını mı koruyoruz?

Kırılan ülke gururunu tamir mi ediyoruz?

Mutlaka devlet adamları bir savaşın gerekli, elverişli ya da kaçınılmaz olduğu sonucuna bu ve benzeri soruları sorarak varıyordur. Savaşla ilgili tezler insanların yaşayabileceği en ciddi ahlak sınavıdır. Savaş baskıların, tehditlerin ve karşı tehditlerin yaşandığı bir dünyadır. Savaşlar dünyası korkutucudur ve kararları zordur. Askere itaat etmek kalır. İtaat olmazsa hiçbir askeri güç etkin şekilde işleyemez. Devletler vatandaşlarının haklarını korumak, askerler ise Napolyon’un ifadesiyle ölmek için vardır. 

Ulusların, halkların varlığının tehdit edilmediği evrensel bir düzen olmadıkça savaştan kaçınılmayacaktır. Savaşmaktan başka seçenek kalmamışsa ve savaş kaçınılmaz olmuşsa devleti elde tutmak için fedakarca çalışanlara ve savaşanlara saygı duymalıyız. Ülkeye uzak savaşların yakınlaşabileceğini, büyük korkuların, kaçışların ve olağanüstü kayıpların yaşanabileceğini, güçlü şehirlerin yıkılıp yağmalanabileceğini hatırlatmalıyız. İnsanımızı fiziki zorluklara ve ruhunu tehlikelerden korkmamaya hazırlamalıyız. 

Bu toprakların insanı başkalarından emir almayacaklarını Cumhuriyetin kuruluşuna giden bağımsızlık mücadelesinde tüm rakiplerine kanıtlamıştır. Bu ülke tarihte çok iyi yöneticiler ve askerler çıkarmıştır. Ve onlar bağlı oldukları değerleri kaybetmektense ölmeyi tercih etmişlerdir.

 

<