M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

SEN RABBİN NEFESİSİN - 1

Garip, sisli ve beyazları iyiden iyiye kirlenmiş bir iklimden geçiyoruz her birimiz. Hemen herkesin “benlik” çukuruna gömüldüğü ve o benlik çukurundan görünür olmaya çalıştığı; acı çekmeden, gözyaşı dökmeden, meşakkatlere katlanmadan, hayata dair her ne varsa katlanmadan her şeyi öğrenme, bu bilgi kırıntıları ile etrafına bilgelik yayma ve kendindeki “üstün” meziyetleri başkalarına gösterme sevdası ile kıvrandığı bu iklim, adım adım bilincimizin köklerini kurutuyor, idraklerimizi perdeliyor ve biz, yazık ki “biz” olmaktan hızla uzaklaşıyoruz.

Bundan olsa gerek ki mezarlığa uğramamış, ölüm ve ayrılık acısını iliklerine kadar yaşamamış; otogar, havaalanı, garlardaki ayrılık ve buluşmalara tanıklık etmemiş; dua kanallarının ardına kadar açıldığı, acziyetin doruklara çıktığı ameliyathanelerin önündeki çaresiz bekleyişi görmemiş; açlık çekmemiş, yoklukla buluşmamış, ihanet nedir yaşamamış; yarı yolda bırakılmamış insanların google’dan aşırdıkları malumat kırıntıları ile bilgelik peşinde olduğu veya popüler kitaplardan hayatın anlamını aradığı bu kirli zaman diliminde ruhlarımız avuçlarımızda yazık ki bir hüzün yumağı gibi artık. 

Kafamızı hangi tarafa çevirsek kişisel gelişim kitapları, on adımda yükselmenin karekodları, fısır fısır okumalarla bir ayda zengin olmanın yolları, “ben”liği işaret eden aforizmalar, tılsımlar, şifreler, nuskalar, büyüler tarzından kitap, paylaşım ve yazılar benliğimize tokat gibi çarpıyor; ne kadar kaçarsanız kaçın başımızdan aşağı yağdırılan enformasyon sağanağı ile gözümüzün içine sokuluyor. 

Bu nedenle de sosyal çevremizden tutun da eğitim hayatımıza, çeşitlenen ve her geçen gün sayısı artan medya araçlarından, türedi iletişim mecralarına kadar çoklu bir etkileşim ortamı içinde zihinlerimiz yoğun bir işgal altında! 

Hemen her cephede savaşan bir akla sahip iken de, bırakın kendimizle baş başa kalmayı, bir şeylerin cevabını aramayı ya da bireysel merakımızından doğan “kendi sorularımızı” üretmeyi, gerçekten içimizdeki sesi duyamıyor, onunla yeniden buluşamıyoruz! 

Öyle ya, herkesin her şeyden haberdar olmayı adeta ihtiras haline getirdiği bir zamanda; insan, dışarının sağır edici gürültüsünden içindeki sesi duyabilir, o sese kulak kabartabilir mi?

Nasıl yaşamamız gerektiği başta olmak üzere; “neyi hedeflemeliyiz, neye ihtiyaç duymalıyız, nasıl bir kariyer yapmalı, hayatımızı kiminle birleştirmeliyiz, ölmeden önce nereleri görmeli, neleri okumalı, neleri seyretmeliyiz”e kadar zihnimizden aşağı boca edilen seri üretilmiş hazır cevaplar ve paket menülerin içinden gerçekten ‘bize lazım olanları’ seçebiliyor muyuz;  yoksa başkalarının seçtiği ‘lüzumlu’lar, yakamızdan bir şekilde yakalayıp hem zamanımızı, hem paramızı, hem enerjimizi, hem de adına ‘değerler’ dediğimiz tüm maneviyatımızı sünger gibi emerek bizim kendimizle buluşma yolculuğumuzu sürekli erteliyor mu?

Bu enformasyon zırvalığı arasında kendi hatırını sormaya, kendini özlemeye bile vakti olmayan; yedisinden yetmişine ‘evin içinde dahi olsa’ giydiği kıyafetlerin birbiri ile uyumlu olmasına azami dikkat eden ama ‘kendini göremediği için’ davranışlarının insan olmasıyla uyumlu olup olmadığını zerrece umursamayan insan, bütün kişisel performanslarını görünür kılmanın peşine bu kadar düşmüşken kendisiyle hangi ara buluşacak; hangi hakikate ve en önemlisi ‘ne zaman’ teslim olacak dersiniz?

Adına “bilgi” konan çağın insanlara ‘bilgelik’ getirmediği, iletişim teknolojilerinin var olan muhabbeti törpüleyerek ruhunu aldığı, karşıtlıkların ortak alanları tümüyle yok ettiği, herkesin gerçekleri kendi menfaatine göre eğip bükebildiği, hakkaniyet ve adaletin yeşermesi için kılını kıpırdatmayanların her zaman ve mekânda kendilerini haklı gösterecek argümanlar bulmakta zorlanmadığı; insanlık tarihi boyunca olduğu gibi güçlünün güçsüzü ezmeye devam ettiği, zenginin yoksulun sırtından semirdiği, endüstrinin tabiatı yok etmek için artık vardiyalı çalıştığı, taraftarlığın ötekileştirmeyi zorunlu doğurduğu bu paslı zaman diliminde kilitlenen kalbimizin anahtarını nerede kaybettik dersiniz?

Olan bitene bu anlam derinliği üzerinden baktığımızda modların davranışın yerine geçtiği, kodların standart karaktere dönüştüğü bu gidişat içinde kendini bulması gerekirken kendinden kaçan, kendi gerçekliğine ısrarla gözlerini kapatan, duygusal cetvelinin milimetrik ayrımlarını dahi silmek için çabalayan ve koskoca güneş dururken cılız ışıklarla ömrünü aydınlatma gayretindeki insanın gidebileceği bir mesafe; içi zifiri karanlık iken aydınlatabileceği bir zaman veya mekân var mıdır sizce?

(Devam edecek)

<