SİLEM Mİ? SÜPÜREM Mİ? YOKSA ÜFÜREM Mİ?
Ahmediye’ den aşağı Üsküdar sahiline inerken Kara Davut Camisi’ nin önünden geçer,
kaldırımda önümü kesen sarmaş dolaş olmuş asırlık üç gövdeli çınarla karşılaşırım. sağımdaki eski
mezarlarla yüz yüze gelir, Fatiha okur yoluma devam ederim...
Caminin önünde yaşlılar, emekliler soluklanır, nereden gelip nereye gittiklerini kestiremediğim ,
etekleri yerleri süpüren uzun pardösülü , baştan aşağı göğüse kadar uzanan eşarplı , eli balonlu haşarı
çocuklarıyla Ayşe Fatma teyzeleri, beli bükülmüş bastonlu bey amcaları buradaki parkta barış içinde
bir arada dinlenirken görürüm.
Camına olimpiyat reklamı koyan ellili yaşlardaki dağınık simitçi hep ayakta durur.
Parkı alçak bir duvarlar çevreler. Duvarların üzeri tahta ile kaplanmıştır.
Buralarda herkes, burada kedileriyle beyaz bastonlu bir kör satıcı oturur. İri kemikli , saçları
kırlaşmış ellili yaşlarda dolaşan etine dolgun bu adam, tükenmez , kurşun kalem , silgi satar.
Adamı kalem alırken tanıdım. Adı Mesut... Acaba mesut muydu? İşler iyi miydi? Sordum;
“Allah’a şükür rızkımız çıkıyor. Mesutum,” dedi.
O sırada nereden çıktığı belli olmayan iki kırçıl kedi ile bir martı peyda oldu.
”Bunlar ne?” dedim.
“Tabii ki rızıklarını arıyorlar !” dedi.
Tezgah çevresini el yordamıyla araştırmış , kasaptan aldığı sakatat torbasını bulmuştu.Sakatatları
kedilere ve arkasına saklanan mahcup martıya pay etti.
''Hikmetinden sual olunmaz'' ; o sırada hakiki manada bir hayvan muhibbi kollarını, sıvamış
Mehmet abi elinde sakatat torbasıyla oradan geçiyordu . Dondum, kaldım.
Tesadüf bu kadar mı olurdu?.. Yoksa o da mı aç kedilere, köpeklere , martılara sakatat
dağıtımına mı gidiyordu? Adam her dağıtımdan sonra ağzını çalkalamayı adet edinmişti. Zamanım
olsaydı peşine düşer, yol üzerindeki çeşmeden ağzını yıkayıp yıkamadığına bakarak durumu anlardım.
Geçen gün Mesut'u rıhtımda çanta tezgahıyla kalem satarken gördüm. Selam verdim. Bir elinde
iki beşlik, bir onluk vardı. Parayı uzattı;
“ Baksana ,bunların hangisi beşlik,hangisi onluk?” dedi. Parayı elinden çektim, sınıflandırıp
verdim. Eğilip gözlerine baktım; yerlerinde yoktular!.. Kader zavallı adamın gözlerini çoktan silip
süpürmüştü.
Oradaki iki çukurda belki bir zamanlar iki göz vardı...
Çocukken ''Silem mi süpürem mi?'' oyunu oynardık. Arkadaşımızın arkasına geçer,
parmaklarımızı gözlerinin üzerine koyup kim olduğumuzu tahmin etmesini beklerdik...Kim
olduğumuzu bilirse parmaklarımızı gözbebekleri üzerinde hafifçe çeker, yani süpürürdük. Kim
olduğumuzu bilmezse sorardık;
-Silem mi? Süpürem mi?.. Arkadaşımız '' sil'' derse parmaklarımızı gözlerine bastırarak siler,
''süpür'' derse parmaklarımızı gözlerinin üzerinden hafifçe çekerdik,yani süpürürdük...
Nazım geçseydi habersizce arkasından ellerimle gözlerini kapatıp şakacıktan ona bu oyunu
oynayacak;
-Silem mi , süpürem mi? diye soracaktım. Düşündüm anlamlı olmazdı.Zaten kendisiyle oyun
oynayacak kadar samimiyetim de yoktu...Kırılabilirdi... Vazgeçtim...
Zor bir hayat,diye düşündüm.
En iyisi , rıhtımda biri bir lira değerinde düdüklerle deterjanlı sudan sihirli baloncuklar
üfleyen esnafa söyleyeyim; Mesut'u boynundaki ekmek teknesiyle gidiş-dönüşlü bu baloncuklardan
birine bindirip uzaya üfürsün...