SONUNU BİLMEDİĞİM BİR SEKS HİKAYES!
Sanatçı kendisini bile bile ömür boyu sürecek bir çilenin içine atarken ne bekler? Yıllarca sürecek bir koşunun sonunda, ufukların ötesine dağların ardına vardığında ne bulacak?
Mutluluk mu?
Sürekli mutluluk da insana ve hele sanatçıya göre değil… Sürekli mutluluğun sonu “rahat”lık, rahatlığın sonu ise tembellik, endişesizlik. Bunların ise yeri sanatçıdan çok uzak.
Yani arkadaşlar benim sanatçı olabilmem mümkün değil. Zira şu günlerde tam da “rahat”lığı yakalamış durumdayım yani tembellik ve dahi endişesizlik modundayım anlayacağınız.
Politikacılar mı?
Onlardan söz etmeyeceğim, her şeyi göze aldığım gün yazacağım. Şimdilerde beni endişesizliğim ile baş başa bırakınız lütfen efendim.
Yine “sanat”ımıza dönelim.
Sanatçı, kaynağı kurumayan teselli gücünü, belki yine yalnız sanatta bulan kişi…
Onu ayakta tutan hayat iksiri ise yine belki, sanatta ve sanatçılar arasındaki "zehirli neşe".
Hadi biz de bu "zehir" ile "neşe"mizi bulalım az biraz...
Baba Brahms ömrünü, kahvelerde kontrbas ile dans parçaları seslendirip, üç beş kuruş kazanarak geçiren gezginci bir müzisyendi. Oğlu Johannes Brahms ün kazandıktan sonra da ondan kesinlikle para kabul etmedi.
Uzun bir süre ayrılacaklardı. Johannes babasına ricada bulundu: “Dayanamayacağın ruh sıkıntılarına düşersen, lütfen Haendel’in Saul notalarını aç ve oku…”
Uzun bir süre geçti. Baba Brahm sırtındaki yaşama yükünü çekemez oldu. Teselli aradı. Oğlunun söylediği partisyonu açtı.
Her sayfasında bir banknot bulunuyordu…
Bir müzik hastası J. Brahams kutluyordu: “cmoll-Senfoniniz olağanüstü üstün düzeyde. Sizi kutlarım. Ancak, finalin Beethoven’in dokuzuncu senfonisine benzemesi üzücü…” Brahms yine de nazik cevap verdi:
“Ah evet!.. Ancak müzikten anlamayan bütün eşeklerin böyle söylemesi daha üzücüdür.”
Bu hikayenin sonunu ben de bilmiyorum, şimdi dikkatlice okuyun!
Efendim G. Puccini, Manon ve Toska gibi sevilen operaları yanı sıra çapkınlığı ile de büyük bir üne sahipti. Yorulmasına gerek yoktu zira tüm güzel kadınlar onun peşindeydi.
Viyana’da kaldığı Bristol Oteli’nde bir sabah odasında kahvaltısını yaptı. Aşağıdan telefon geldi. Genç bir hanım kendisini ziyaret etmek istiyordu. İsim vermiyordu. Güzelliği çarpıcıydı.
Bir dakika sonra otel odasının kapısı çaldı. İçeriye giren genç kadın öylesine güzeldi ki Puccini’nin bile aklını başından aldı.
Şaşkınlığı geçen ünlü besteci, pijamalı olduğu için özür dileyerek hemen izin alıp çekildi. Tarandı. Hızla beyaz ipek gömlek, lacivert elbise giydi. Bordo papyon kravat taktı. Aynada son bir kontrolden sonra salonun kapısı açtı.
Puccini giyinmişti amma, güzel kadın çırılçıplak soyunmuştu…
İnanın hikayenin sonundan benim de haberim yok. Bu olayı okuduğum kitap bundan sonrasını yazmıyor.
Kitabın adı mı?
Bir başka yazıda inşallah.
Bu haftayı da tebessümle kapatabildiysek ne mutlu bize.
Kalın sağlıcakla…