M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

SÜNGER (1)

Yurdum insanlarından biri o yaşına kadar hiç şehir dışına çıkma ihtiyacı duymamasına rağmen yana yakıla arzuladığı hacc farizasını yerine getirmek için kuraya yazılmış ve nasip bu ya kuradaki hacı adaylarından biri de o olmuş. İsimlerin açıklanmasından bir süre sonra müftü efendi hacı adaylarını toplamış ve bu ibadete ilişkin tüm teferruatları anlattıktan sonra da konuşmasının sonuna eklemiş;

“Hacc farizası meşakkatlidir. Orada işinizin kolay olması ve bu ibadetin hakkını eda etmek için kendinizi şimdiden ruhen hazırlayın. Secdelerinizi, gece namazlarınızı, tesbihlerinizi artırın ki hem kalbiniz yumuşasın, hem de Rabbimiz oradaki meşgalelerinizi kolay kılsın”

Bu son cümlelerden oldukça etkilenen amcamız hakikaten de müftümüzün dediğini yapmış ve var gücüyle namaza, tesbihe, gece namazlarına yüklendikçe yüklenmiş gidecekleri güne kadar.

Vakit gelmiş çatmış ve amcamız valizini alıp havaalanına gitmiş. 

Gelmiş gelmesine ama her taraf cam ve kapalı; içeri nasıl girecek. İçeri girmek için harıl harıl kapı aramış ama yok. Öyle ya kapılar çalmadan açılmazmış. 

Sonunda birilerine sormuş ve kapının yerini bulmuş, kapının önüne gelir gelmez –fotoselli- kapı kendiliğinden açılmış. 

İçi bir tuhaf olan amcamız duygulanmış; 

“Aha da oldu bu iş, Allah onca ibadet ve taatimi kabul etti ve girişte dahi kapıyı çalmadan o açtı”. 

Uçağa doğru ilerlerken gidiş alt katta olduğu için merdivene adım atmış. Yürüyen merdiven aynı şekilde amcamızı hiç eziyet ettirmeden aşağı kadar götürmüş. Uçuş kapısına kadar da bir iki adım dahi atmadan yürüyen yol sayesinde gelmiş. 

Amcamızın yüreği kabarmış, kabarmış; duygu seli gözlerinde taşmış; dua ve ibadetleri karşılığında işlerinin kolaylaştığı zannıyla uçağa binmiş. 

İniş, otele yerleşme derken otelde lavabo ihtiyacından sonra ellerini yıkamak için lavabodaki çeşmeye uzatmış ve –fotoselli- çeşmemiz akmaya başlamış ama kerameti kendinden bilen amcamız, artık olan biten karşısında oralı bile değilmiş. 

Kabe ziyareti tamamlanmış, sıra Alemlere rahmet olanın ziyaretine gelmiş. Medine’ye gelinmiş. 

Akşam namazı vakti, 21 kubbe ışıl ışıl kandil ve ışıklarla dolu ve amcamız derin bir tefekkür içinde bu güzelliği seyrediyor. Ezan okunmuş, namaz kılınmış ve bu sırada 21 kubbe, raylı sistemle kapanmış. 

Namazdan sonra yine aynı güzelliği seyre dalmak isteyen amcamız kubbelerin göz kamaştıran ışıltısı yerine gök kubbedeki yıldızlarla karşılaşınca “artık ben erdim” zannıyla iyice cuşa gelmiş, ayağa kalkmış ve Alemlere rahmet olana selam vererek seslenmiş;

“Ya ResulAllah, hele bi bak kim geldi!”

Böyle bir olay yaşandı mı bilmiyorum, ama bir imkân aynı zamanda bir imtihan olan sosyal medyada bu nükteyi okuduğumda yüzümde derin bir tebessüm belirmiş ve aynı zamanda da hal ve ahvalimizi anlatan bir paylaşımla karşılaştığım için epey de sevinmiş; hatta paylaşan kardeşime epeyce de dua etmiştim.

Malumunuzdur, kısa bir süre önce “Liyakat mi Sadakat mi” başlığı altında yayınladığım ve işe lâyık olanı değil bize sadık olanı makamlara getirdiğimiz için de özellikle şah damarımız olan eğitim kurumlarında terazinin bir kefesi olan fizik, donanım, personel açısından “altın bir çağ” yaşadığımızı; ama bu altın çağın karşılığında terazinin diğer kefesinde iyilik, güzellik, sevgi, merhamet, nezaket ile donanmış altın bir nesil yetiştiremediğimizden dem vurmuş, diğer yazılarımda da aslında peşine düştüğümüz “akademik başarı” saplantısında dahi sınıfta kaldığımızı ulusal ve uluslararası sayısal verilerle arz etmiştim. 

Bu yüzden de az evvel arz ettiğim yukardaki nükte, hal ve ahvalimize cuk diye oturdu dedim. 

Binbir meşakkatle sürdürmeye çalıştığımız ve her platformda haykırarak dimağlara kazımaya çalıştığımız “İnsan İnsana Emanettir” projemiz kapsamında yaklaşık 3 yıldır il il, ilçe ilçe dolaşarak başta gençlerimiz olmak üzere tüm insanlarımızı ulaşabildiğimiz her yerde, yeniden bizi biz yapan milli ve manevi dinamiklerimizle buluşturma yönünde insan üstü bir gayretle efor sarf ettiğimizi okuyucu ve takipçilerimiz zaten biliyor. 

Ama özellikle okulların açılmasıyla birlikte artan bu çabamızdaki son 10 günlük dönemde şahit olduğumuz olaylar, muhatap olduğumuz kurum yetkilileri “bu kadar mı kötü hale geldik” dedirtir cinsten akıl tutulmaları yaşattı adeta ve dedim ya girizgahta andığım nükte, cuk diye oturdu.

“Ben devletim”, “ben istemezsem olmaz”, “akademik başarıya engel oluyorsunuz”, “biz zaten bu işleri yapıyoruz”, “bizim memlekette adam mı kalmadı da siz ta oralardan gelip gençlerimize nasihat edeceksiniz?” şeklindeki aforizmalarla oturdukları koltukların aslında birer emanet olduğunu unutan; emanet, ehliyet ve liyakate en çok ihtiyaç duyulan şu dönemde bu hak ve hukuku ayaklarının altında çiğneyen, İldeki ziyaretlerimizi bitirip gözlemlerimi aktardığım akademik raporu kendisine uzattığımda “müdür bey, ilinizdeki 9.sınıf öğrencilerinin % 21 i okuma yazma dahi bilmiyor” dediğimde, “onların ana babalarına hayrı yok hocam, sana bana mı olacak” diyen milli eğitim müdürümüzü; okul okumak için verdikleri mücadelede korkak ve ürkek makamına kadar gelen dört yetişkin kızımızı gözlerimin önünde makamından kovan ama bir süre sonra vali olarak atanan kaymakamımızı yüreğimdeki kabristana gömüp kalbimin minberine çıkarak yalnızlığımın yetimliğine haykırıyorum;

“Boşver, sen doğru bildiğin yoldan devam et!”

Evet, bir elin parmaklarını geçmeseler de oturduğu koltuğa üslubunu, şahsiyetini, rengini veren, yöneticiliği hükmetmek değil hizmet etmek olarak gören yöneticiler de var elbet, ama koltuktan üslup, şahsiyet, renk devşirenler de mevcut maalesef. Birinde koltuğu alıversen adamdan geriye hiçbir şey kalmıyor, diğerinde adamı alsan koltuk anlamsız kalıyor.

Kerb-ü-bela romanını yazdığım ve baş olma uğruna Alemlere rahmet olanın yetimlerine zerre kadar acımaksızın hunharca kıyan zalimleri tanıdığım günden beri koltukları hep bir süngere benzetti beynim. 

Üstünde oturanın bir parça zafiyeti, hafif de olsa yamulma temayülü, zerrece şahsiyet problemi varsa, koltuk başlıyor onu emmeye. İlkin kibri fısıldıyor zerrelerine; akabinde duruşunu, doğrularını, ilkelerini, derken şahsiyetini, mukaddeslerini emiyor koltuk, bir sünger gibi. 

Masanın koltuklu tarafını pek bilmem, Rabbim bana nasip de etmesin ama sehpa etrafında bir çay içip kalkmaya; asistanlarımın yetemediği ya da ahvalini aktaramadığı durumlarda bir kaç defa mecbur ve maruz kalmışlığım var. 

 (Devamı yarın)

 

<