SÜNGER (2)
ve maruz kalmışlığım var.
Herşeylerini o süngere emdirenler bazen isteyişinizdeki onurlu duruştan, bazen de hiçbir şey istemeden çekip gidişinizden rahatsız olurlar. Hâlâ insanlıktan nasibi kalanlar ise sizi bir masalmışsınız gibi seyreder ve dinlerler. Bu zamanda ve gerçek olamayacak kadar, kum tanesi olup koca bir çölün derdiyle dertlenecek kadar onurlu bir masal...
Bu onurlu masalın yanında bizim halimiz ne ki…
Bir de bakarsınız ki tek suçlu olan bu sünger yüzünden, eğilmeden konuşmak kibir olur, perestiş etmeden istemek ayıp, vakarla oturmak saygısızlık, yanlışı ifade etmek günah, mertçe eleştirmek küfür halini alır.
Öyle ya, artık ehliyet ve liyakatin ölçüsü, işi yapabilme hususundaki kabiliyetiniz değil, işi elde edebilmek için eğilebilme potansiyelinizdir.
Duruşlarını, menfaat umdukları kişilerin küçük bir göz işaretiyle belirleyen, kıblelerini yükseklerden esen rüzgâra göre tayin eden, dün sövdüklerini bugün sevebilen, sabah sevdiklerine akşam sövebilen, bugün yanlış dediklerine yarın doğru diyebilen, menfaati için eğilmeyi maharet sananların davası için dik durmasını beklemekten de vazgeçer ve yeniden kalbinizin minberine çıkarsınız;
“Boşver, sen doğru bildiğin yoldan devam et!”
Dedik ya, tek suçlu sünger…
Kimsenin kimsenin söylediğini anlamaya yanaşmamasının da; anlamak istediği şeyi karşıdakine söyletme gayretinin de, kalem ve kelamlarımızı kılıç yapıp köşe bucak kardeş doğramamızın da, hakikate istinadımız, hakikatimize itimadımızın olmayışının da suçlusu sünger.
Menfaat devşirdiğimiz dudaklardan çıkan sözlerin rüzgârıyla yön değiştiren yelkenler gibi bir şey olsa da şahsiyetimiz; kendisi için yanmayı göze alacağımız kişiler yangınımızdan arta kalan közde pişirse de kahvelerini; hiç edilmiş itibarların telvesi kahkahayla püskürse de ehliyetsiz ama sadık dostlarımızın ağızlarından, tek suçlu sünger.
Benim asıl derdim altına imza atılacak evraklar, memleketinize misafir olmak değil efendiler!
Benim asıl derdim, süngerim emdiklerinden ziyade, sehpanın etrafındaki sadakati liyakate değiştiren ölçüyü bildiği için, odanın kapısından girmeye dahi tenezzül etmeyenlerin kırgınlığıdır!
Benim asıl derdim, yapacağım dediklerimizin arkasında yiğitçe durmak; bitirmemiz gereken okulları aşkla bitirmek, yapmamız gereken işleri en güzel haliyle yapmak, terk etmemiz gereken yanlışları tek kalemde terk etmek; güzellikleri yalnızca niyetimizde mahpus bırakarak değil, bizzat yaşayarak ve yaşatarak yaşadığımız çağın göğsüne sevgi ve merhamet tohumları ekmek; bu mümbit coğrafyayı namus, bu toplumu kardeş, üzerinde tepindiğimiz bu manevi mirası ümmetin gözbebeği bilmektir.
Benim asıl derdim, peşinden koştuğumuz tek dişi kalmış canavar “gençlik” diye haykırırken yegane hazinemiz olan ama bilerek, isteyerek, farkındalıkla toprağa gömdüğümüz nesillerimiz; namaz kıldığı halde yalan söyleyebilen, oruç tuttuğu halde hırsızlık yapabilen, “dindar” yetiştiğini sandığımız ve kültür emperyalizminin dar ağacında sallandırdığımız gençliğimizdir!
Benim asıl derdim, “dolaştırılan can emanetse, o can o bedende dolaştığı müddetçe temas ettiği her şey de bir emanettir” diyebilen Anadolu insanının artık buharlaşan idraki, kaybolan feraseti, yetim kalan basiretidir.
Benim asıl derdim; taşıdığı candan, yaşadığı evden, oturduğu koltuktan, cebindeki paradan, eşinden, çoluk çocuğundan dahi emanet diye bahsedebilen bir idrakin bu coğrafyada yeniden yeşermesi, aldığın nefesten karşılaştığı insana, yaşadığın andan sarf ettiği söze kadar hepsinin birer emanet olduğunu bilen bir hakikatin dirilmesidir.
Bunları yapın, dünyanız da, makamlarınız da, imzalarınız da, ev sahipliğiniz de sizin olsun!
Kim ne derse desin, önümüzü açacak, dünyayı iyi tanıyan, çağrısı çağını kuracak, bize yol haritası çıkaracak, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden yalnızca hakikatin izini sürecek ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına çıkacak bir öncü kuşak yetiştirmek istiyorsak eğer; bize düşen, hakikat kaleleri yıkılmadan evvel oraları mesken eyleyen kötülere kötü, yaptıkları yanlışlara yanlış, çirkinliklere çirkinlik diyebilmek; bunu yaparken de tamahkâr bir tüccar gibi fayda zarar hesabı ile değil; hakiki bir Müslüman hasbîliği içinde faydadan feragat ederek zararı göze alarak kötünün kötülüğünü, çirkinin çirkinliğini, yanlışın yanlışlığını ifade edebilmektir.
Bu mümbit coğrafyanın hızla sekülerleşmesinin önüne geçecek, İslâmî varlığını, kimliğini ve ruhunu koruyacak yılmayacak ve yıkılmayacak samimî ve sahici bir Müslüman toplum inşa etmenin başka yolu yok çünkü.
Nükte ile başladık bu haftaki kelama, yine bir nükteyle bitirelim;
Adamın biri etrafındakilere 'kurban' meselesini anlatıyormuş:
“Hazreti Musa Allah'a dua etmiş.
'Ya Rabbi, bana bir kız evlat bahşedersen onu sana kurban edeyim.
' Bir zaman sonra duası kabul olmuş ve Hazreti Musa'nın bir kızı olmuş, adını Ayşe koymuş. Çocuğun kurban edileceği zaman gelince Hazreti Musa bıçağı yavrucağın boynuna dayamış. Tam kesecekken Azrail gökten elinde bir keçiyle gelmiş”
Hikâyenin tam bu noktasında dinleyenlerden biri dayanamamış ve şöyle demiş:
'Ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Musa değil Hazreti İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, keçi değil koç.'
Derler ya hani; anlamayana davul zurna az…
Müebbet muhabbetle…
(Bitti)