M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

SÜRECİ DOĞRU OKUMAK (1)

Aklın alamayacağı bir cehennem ortamının görüntülerini izliyoruz dokuz yıldır. Kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir ortamda “işlenmiş belleklerimizle” medeniyet havzalarının kör şiddete teslim edildiği, yığınlarca aktör ve faktörün birbirine geçtiği bir sürece üzülüyor, kanıyor,acıyor ama yıllara yayılan “tarihin en uzun cenaze töreni”nde film kareleri gözümüzden kaybolduğu anda gömülüyoruz kendi koltuklarımıza. Sokağa çıkan herkesin vurulduğu, yerlerin kana bulandığı, cenazelerin elden ele taşındığı, geride kalanların hayatlarını riske atarak sokaklardan ceset topladığı tarifi zor bu cehennemde, keskin nişancılara hedef olmadan sokak ortasında yatan cesetleri urgan veya telle içeri çekmeye çalıştıkları sahneler bir kâbustan fırlamış gibi adeta bu cenaze töreninde.

Baştan başa ceset kokan, yüreklerin yangın evine döndüğü, sürgün yemiş evlatların parçalanmış cesetleriyle tüm yaşamları iki fotoğraf karesine mahkum edilen annelerin feryatlarının arşı yırttığı, merhametin beşiklerde yakıldığı; işgalin ve yağmanın girdabında; garbın aç kurtlarına şarkın yusuflarını kurban eden; mazlumun ahının, zalimin günahının resmedildiği;kalburcuların her karışını zulüm tarlasına çevirdiği; bölgenin üstü kapanmış yaralarının hunharca açıldığı, atılan her adımın nefret figürüne dönüştüğü, gerçeklerle birlikte toplumsal dokunun da katledildiği; katilin hakim, maktulun mahkum olduğu; insanlığın göz yumduğu, kulak tıkadığı, adalet ve merhametin parçalandığı, “sözcüklerin hâlâ bir anlamı var mı?” dedirten bir cenaze töreni bu.

Hemen yanıbaşımızda kılınan; okunan her satırda, izlenen her videoda, ortaya konan her röportajda; nerdeyse iki milyarlık İslam Âlemi’nin seyirci kaldığı; şahit olan her bir vicdanın, gören her bir gözün, işiten her bir kulağın mutlak sorumlu olacağı ve hesabını vereceğine inandığım  bu cenaze töreninin puslu havasında canımız yandı 34 şehidimizle birlikte ve bu acıyı bu kez kendi içimizde hissettik tam 9 yıldır sürmesine rağmen. 

Ancak süreci doğru okuyamadığımız kanaatindeyim

Bir hiç uğruna, geçmişte yaşanan kargaşa, ölüm ve acıların intikamının alınması adına ortaya atılan fitne ve fesat tohumlarına çanak tutarak; her karışının barut koktuğu, hemen her evin mutlak kanadığı, ağıtların arşa ulaştığı kadim bir coğrafyada çamurdan yaratılmışın esfeliyet çukurunda nasıl debelendiğinin en bariz örneğidir bugünkü Suriye Coğrafyası.

Suriye İnsan Hakları Gözlem Evi’nin 2018 verilerine göre, Mart 2018 itibariyle 106 bini sivil 353 bin 900 kişinin ölümünü belgelenmiş ama bu sayılara kaybolan ve öldüğü sanılan 56 bin 900 kişi dahil olmadığı gibi; kuruluş 100 bin kişinin ölümünün belgelenmediğini tahmin ediyor.

Gayem sizi rakamlara boğmak değil. Şu an bizim içimizi ateş gibi yakan dramın ötelerdeki ahvalini resmetmeye çalıştım öncelikle. 

Zira gölgesi toprağa düşmeyen derin bir boşluk var her birimizin içinde. Artık zulmün, katliamın, şiddetin ne dini, ne ırkı, ne dili var. Ne kadınlara şiddetten, zulümden uzak bir hayat sunulabiliyor; ne çocuklar masumiyetlerine doyabiliyor; ne de erkekler adamlıklarının karşılığını bulabiliyor. Öyle bir tabloya şahitlik yapıyoruz ki; aklımızın süzgecinden geçenler kalbimize varmıyor; kalbimizin süzgecinden geçenler aklımıza sığmıyor. Çünkü kalbimize yön vermesi gereken aklımız başka söylüyor; aklımıza uyması gereken kalbimiz başka atıyor.

Bu derin boşlukta göremiyoruz ama doğrudan olmasa da dolaylı bir savaşla karşı karşıyayız. Bu savaş İslâm’a ve tabi ki müslümanlara karşı. Böylelikle hem hedef saptırıyor, hem de hedeflerine daha kolay ulaşma imkânına kavuşuyorlar. Adına ayartıcı bir şekilde “terörizmle savaş” diyorlar bu postmodern savaşın. Ama terörizmle değil müslümanlarla savaşıyorlar. Hayır hayır savaşmayıp ektikleri fitne tohumları ile müslümanları birbirlerine karşı savaştırıyorlar. Önce terör örgütlerini kendileri icat ediyor, bu örgütleri ayartıcı bir şekilde vahşice kullanıyor; sonra da İslâm’ı canavarlıkla özdeşleştiriyor, bütün İslâmî oluşumları, cemaatleri, hareketleri ve müslümanların yaşadığı ülkeleri terörize ediyor ve vuruyorlar teker teker...

Peki nasıl bu hale geldi?

Özellikle üçüncü ve dördüncü endüstri devrimleriyle birlikte, “teknoloji” küreselleşti ve sınırları ortadan kaldırmayı başardı. Bu başarı; ekonominin de kültürün de ülkesizleşmesini sağladı ve zihinler ilk nefes aldığı toprakların dokusuyla ve ruhuyla varoluşsal bağlarını yitirerek küresel sistemin, güç odaklarının çıkarlarını koruyacak, pekiştirecek kadar ilkesizleşti. Ülkesizleşme ve ilkesizleşme yalnızca ekonomi ve kültürle mi sınırlı kaldı; hayır tabi ki! Aynı hızla zihnî bir ülkesizleşme, ilkesizleşme, yersizleşme ve yurtsuzlaşma da yaşandı. 

Zihnin ülkesizleşmesi; kültürü ve değerlerinden kopuk bir neslin türemesi; varlık nedenini, yerini terketmesi, iddialarını yitirmesi; ilkesizliğin, dilsizleşmenin, yersiz-yurtsuzlaşmanın, yön ve yörünge yitiminin hayat bulmasıyla sonuçlandı. Yani bu topraklarda yaptığımız tarihle ve yeşerttiğimiz medeniyetle de zihnî, ruhî irtibatını tastamam koparmış olan; beraberinde zihnî felçleşmeyi ve rûhî körleşmeyi de yaşayan bir toplum çıktı ortaya.

Göremiyoruz belki ama, “küreselleşmenin mimarı güçler”, Ortadoğu’ya sadece petrol ve doğal gaz yataklarını kontrol etmek için değil; küresel sisteme boyun eğmemekte direnen İslâm’ı dönüştürmek, müslüman toplumların direniş ve diriliş ruhunu yok etmek için var güçleriyle çöreklenmiş durumdalar. İnsana, tabiata, dünyaya saldıran batı uygarlığının yaşadığı ontolojik felâket; işte bu sayede Ortadoğu’da kök saldı. Bu yüzdendir ki; bugün koca İslam coğrafyası yüzde yetmişbeşi aşan 35 yaş ve altı genç nüfusuna rağmen toplamda bir Almanya kadar ekonomi, bir Japonya kadar bilim, bir İsviçre kadar inovasyon üretemediği gibi  dünya nüfusunun %27’sini oluşturmasına rağmen mevcut katma değerin sadece %7’si üretebiliyor. 

Yaşadığımız başdöndürücü küreselleşme sürecinde; sorumluluktan kaçıp “özne” olmaktan vazgeçmemiz; içtihadın kapısına kilit vurmamız; eleştirel düşünmeyi terk etmemiz; sorgulamayı ve itiraz etmeyi unutmamız; bilim, kültür ve sanat üretmeyi durdurmamız; adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışına son vermemizin sonucu olan bu tablo; tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yeni bir düşünsel devrime, görkemli bir tefekkür patlamasına ve köklü bir zihinsel dönüşüme ihtiyaç duyduğumuza işaret ediyor. 

Zira bugün; yüzlerce yıl süreyle eğitim, bilim, kültür ve sanat adına dünyanın en yaratıcı ve en özgür bölgesi olan; en güzel şehirleri kuran, en fazla bilim üreten; fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi ve optikte çığır açan, keşif ve icatlar yapan bir mirasın sahipleri olarak üstad Cemil Meriç’in ifadesiyle “aslan medeniyeti iken, tilki uygarlığına yenik düşmüş” durumdayız. 

Sahip olduğumuz manevi dinamikler artık aklımızı ve entellektüel kapasitemizi harekete geçirmiyor, sadece duygularımızı ateşliyor. Bu dinamiklere tutulan yanlış odaklı aynalar ve yapılan operasyonlar yüzünden entellektüel kapasitemiz, zihni melekelerimiz altüst olmuş durumda. Daha düne kadar, yetmiş iki milleti bütün farklılıklarıyla bir arada yaşatmayı başarabilmişken, bugün farklılıklarımızı yönetmede bile açık bir başarısızlık içindeyiz.

İşin daha kötüsü ise bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana; henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Müthiş bir enerji var; ancak, bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve yazık ki çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahır ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya odaklanmış halde.

(Devamı yarın)

<