TAKDİRLİK KARNELER Mİ KARAKTERLER Mİ? (2)
Bu sorumluluk ihmalimiz daha da öteye taşıdı bizi.
Dün bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan, bin yıla yakın bu dünyaya hükmetmemizi sağlayan değerlerimizin tümünü ‘suda pişen kurbağa misali’ ama farkındalıkla ama farkında olmadan adım adım yitirerek bu kez kendimizle kavgalı hale geldik. Kalbimizi istila eden değerler yaşam biçimimiz haline geldikçe; elimizdeki gazete, neredeyse sabahlara kadar tüm vaktimizi başında geçirdiğimiz televizyon, kölesi haline geldiğimiz cep telefonlarından takip ettiğimiz ve herkesin kalbinin rengini kustuğu sosyal medya veya eş, dost, arkadaş, iş, ortam, sokak, mahallenin hep birlikte çaldığı bu senfonide kaynayıp gitti içimizdeki dünya.
Ama kalbimize yön vermesi gereken aklımız başka söyleyip, aklımıza uyması gereken kalbimiz başka atmaya başlarken asıl kaybımız yüreklerimizdi.
Bu yüzden de yetimin mahsunluğuna yüzümüzü döndük; mazlumun gözyaşı içimizi kanatmadı. Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigane kaldı. Üzerine güneş doğmayan, gönlü dualı yüreği insanlık adına yaralı ecdadımıza inat; Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Arakan’da ve daha sayamadığım birçok coğrafyada ölen, öldürülen, işkence edilen, ırzına geçilen, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenen kardeşlerimiz için uykumuzu erteleyip gecenin bir yarısı ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahsun bir şekilde samimane dualar etmeyi unuttuk. Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, vicdanımızla şahit olduğumuz dünyanın herhangi bir yerindeki aç çocukları gördüğümüz halde mükellef sofralarımızda yemekler boğazımıza takılmadı.
Sonra “eyvah biz bitiyoruz” dedi birileri.
Bu sesle birlikte toplumdaki ahlaki çöküntüyü, yozlaşmayı, adaletsizliği, liyakatsizliği, bilginin şehvetinde kaybolan idraksizliğimizi dinsel terminoloji ile çözebileceğimiz inancını dirilttik. “Dindar nesil” yetiştirme sanrısıyla hareket ederek asıl terbiyenin kal ile değil hal ile olacağını unutup, söylemlerimizin eylemlerimizi yalanladığını görmedik bile. Bu yüzden bu konuda da sınıfta kaldık.
Bakın rakamlar dünyasına;
Optimar araştırma şirketinin 7-14 Mayıs tarihleri arasında yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre ülkemizde kendini Müslüman olarak tanımlayanların oranı yüzde 89.5. Bu oranı dikkat çekici kılan ise aynı şirketin 2 yıl önce yaptığı araştırmada bu oranın yaklaşık yüzde 96 civarında olması.
Yani 2 yıl içerisinde toplumun bir kesiminde dine karşı ciddi mesafe oluşmuş.
Peki, niçin sizce?
Alın bir örnek daha…
ABD’deki İslamilik Vakfı tarafından her yıl, hangi ülkenin İslam’a daha uygun olduğunu gösteren bir endeks yayınlanıyor. Geçtiğimiz günlerde açıklanan endekse göre ilk 45 ülke arasında tek bir Müslüman ülke yok. Türkiye ise 153 ülke arasında 95’inci sırada. Listenin başında Yeni Zelanda ve İsveç gibi farklı dine mensup insanların yaşadığı ülkeler var.
Hal buyken bu ülkelere bakıp “esasında sahip olduğumuz değerler çok güzel ama biz uygulayamıyoruz” demek yani dürüstlük, eşitlik, adalet, saygınlık, nezaket, ahlak gibi evrensel değerlerin salt din kaynaklı olduğunu zanneden okur ve takipçilerime üç soru sormak istiyorum;
Eğer tüm bu değerler din kaynaklı ise dünya geneli bu veriler nasıl ortaya çıkıyor?
Müslüman olmayan ülkelerde bu evrensel değerler nasıl işliyor?
Onlarca Müslüman ülke arasında işleri yoluna koymuş, sağlıklı yaşam kurmuş, adaleti tesis etmiş, refahını yükseltmiş, toplumsal barışını sağlamış tek ülke neden yok?
Benim bu konudaki cevabım net aslında.
Bundan tam bin yıl önce “ahlâkın kaynağı din değil bilinçtir” diyor Farabi.
Dolayısıyla yapmamız gereken şey bilinç uyandırmak ve dinsel inancı, emredenin de emrettiği gibi kişinin bireysel tercihine bırakmak olmalıdır.
Bu yüzden de naçizane kanaatim dindarlık toplumsal hayatta da kamusal alanda da bir ölçü olmaktan çıkarılmadığı ve "insan kalma mücadelesi" öne alınmadığı, insanı insan yapan “vicdan” ön plana çıkarılmadığı sürece bu kısır döngü devam edecektir.
Çünkü günümüzde paçalarından din akan ama hayata değemeyen, hayatın derinliklerine inemeyen; hayatı yeme, içme, üreme ve uyumadan ibaret görerek hayatın sığ sularında gezinen insanlar hayatı değil kütlelere dönüşen kitleler halinde çağın ördüğü ağları yaşıyor ve bu ağlara hapsolmayı “yaşamak” sanıyor. Böylelikle de hayattan, hayatın koku ve dokusundan uzaklaşıyor, hakikatle buluşma ve onunla temas kurma yollarını kaybediyor; gören körlerden, duyan sağırlardan, vicdanı örtülenlerden, kalpleri mühürlenenlerden oluyor.
Peki, “madem din kaynaklı değildi, ecdadımız bin yıl boyunca dünya tarihine nasıl yön verdi?” sorusu gelebilir akla bu noktada.
Evet, sadece tarihe yön vermekle kalmadılar; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koydular. Aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan ettiler insanlığa. Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, feragat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadim değerleri ceddimiz hayata geçirdi.
Yetinmediler; batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiçbir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini onlar armağan etti insanlığa. Sulhun, silmin, selâmetin, hakikatin, dolayısıyla adaletin izini sürmüş bir medeniyetin çocukları olarak insanı insanlığından eden güç dünyasının değil, hakikatten süt emen yürek ülkesinin çocuklarıydı çünkü onlar.
Dolayısıyla bugün yapmamız gereken şey yaşadığımızı sandığımız dini bir paye olarak değil tıpkı onlar gibi bir ödev olarak görmeli; hakikati her daim göz önünde bulundurarak, bütün zamanlara ve mekânlara, bütün çağrılara ve çağlara ulaşmamızı sağlayacak 'yer’imizi iyi belirlemeli, belirginleştirmeli ve dünyaya bir şey söyleyeceksek, yerel değil küresel ölçekte konuşabilmeli, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel cümleler kurabilmeliyiz.
Söyleyeceklerimiz, bütün insanlığın ve varlığın sorunlarını ihata edecek nitelikte ve kapsamda, bütün insanlığın sorunlarına cevap verebilecek derinlikte ve çapta olmalı ki, yapacağımız köklü teşhis ve tespitlerin, sunacağımız uzun soluklu tahlil ve tasvirlerin, derinlikli tarif ve tekliflerin bir karşılığı olsun.
Bunu da “sorumluluklarımızın ihmali” sınav yorgunu takdirlik karnelerle değil, bu farkındalığı yakalamış takdirlik karakterlerle gerçekleştirebilir; her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, dolayısıyla adalet ve hakkaniyetin yaşam biçimi olacağı, herkes için güven adası olmayı sunabilecek bir dirilikle inşa edebilir; işte o gün Rabbin teklifi olan dinsel terminolojinin işaret ettiği “insan olma” şerefine nail olabilir ve dünyaya bin yıl hükmeden ceddinizin ruhunu şad edebilirsiniz.
Müebbet muhabbetle.