TARLA NEMLİ OLMADAN TOHUM YEŞERMEZ! (1)
Bilgi dolaşımını serbest bırakarak, her kafadan bir sesin çıkmasına kasıtlı imkân veren yeni tekno-medyatik düzen, sözlerin bir bilinç ve idrak filtresinden geçmesine mâni oluyor. Zira resmin bütününde serbest bilgi dolaşımından koşulsuzca faydalanan “herkes, her şeyi bildiğini sandığı için” her aklına geleni söyleyebiliyor, anında dolaşıma sokabiliyor.
Bu nedenle olsa gerek ki; ama ferdi ama toplumsal yazık ki yaşadığımız her olayda, başımıza gelen her musibette artık sözlerin ayarı, kelimelerin iffeti yok. Doğal olarak hemen herkesin her konuda bilip bilmeden, fütursuzca, başını sonunu düşünmeden esip gürlediği bir ortam da ancak kargaşaya ve bilgi kirliliğine sebebiyet veriyor.
Malumunuz gündem Afganistan. Tabi konu Afganistan olunca;
1979’da zamanın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilen Afgan topraklarında, Sovyet ilerleyişini durdurmak için, bugün oradan yalın ayak kaçtığı “iddia edilen” ABD’nin desteği ile kurulan ve adından da anlaşılacağı üzere “öğrenciler” adı altında “radikal” İslam’ı savunan, kimine göre bir örgüt, kimine göre terörist, kimine göre birlik, kimine göre “mücahid” olan Talibân da bugünkü başrol oyuncusu.
Gerek üzerinde bulunduğu coğrafi konum gerek yer altında barındırdığı bakır ve lityum rezervleri olmak üzere diğer madeni zenginlikler, gerekse de her geçen gün gücüne güç katan Çin’e ulaşmak için doğal bir köprü olan Afganistan, kaynakların önümüze koyduğu gerçekliklere göre giren kimsenin başarıyla çıkamadığı bir “bataklık” çok ama çok uzun süreden beri.
“Nasıl bir bataklık” diye sorulduğunda görülüyor ki;
- Yazılı ve görsel kaynakların ortak fikirle aktardıklarına göre yaklaşık 1 trilyon dolarlık yer altı zenginlikleri,
- Bu zenginliğe rağmen; ülke, yaklaşık 40 yıldır savaş halinde olduğu ve bu savaşların verdiği ağır tahribatlar nedeniyle bu yer altı zenginliklerinden faydalanamadığı için yoksul ve perişan bir halk,
- Dünyadaki “eroin” denen uyuşturucu maddenin yaklaşık yüzde 90’ının üretildiği bir uyuşturucu bölgesi,
- 1994 yılından beri yani yaklaşık 27 yıldır, “İslâm” adı altında radikal bir anlayışı bölge halkına dikte ettiren bir örgüt,
- Kimi kaynaklara göre bu örgütün elinde ve kontrolünde bulunan yıllık asgari 1 milyar dolarlık bir uyuşturucu trafiği,
- Sıfır dış borcuyla, başta Ortadoğu olmak üzere yaklaşık 70 ülkede varlığını teknolojik ve finansal anlamda iyiden iyiye hissettiren ve küresel erkler için ciddi bir tehlike olmaya başlayan Çin’e ulaşmak için bir köprü olan bir Afganistan’dan söz ediyoruz!
Yazının asıl meramı olan konuya geçmeden önce ben bazı yazar çizerlerin iddia ettiği gibi ABD’nin, 20 yıl boyunca her anlamda vakum gibi emerek sömürdüğü Afganistan’dan kaçtığına “neden inanmadığımı” kısa süre önce yaptığım günler süren bir araştırmada yayınlamıştım. Arzu eden okurlarım, bu araştırmanın “ilk kısmını” buraya tıklayarak okuyabilirler.
Çocukluğumu yaşadığım 1980 li yıllar, şu an hayal meyal anımsadığım kadarıyla sakallı, başörtülü, dindar insanların toplumda büyük saygınlığının olduğu yıllardı. Onları seven sevmeyen hemen herkesin fikir birliği içinde olduğu tek görüş; bu insanların, önderlerinin emaneti olan “güven” kavramının hakkını verdikleri idi. Çünkü hemen her biri (ufak tefek fireler her zaman ve zeminde olsa da) Peygamber ahlâkının varisi olduğunun fark ve erincinde bir yaşam sürüyor ve buna büyük ihtimam gösteriyorlardı.
O yıllardan bu yıllara yaklaşık 40 yıl geçti.
O yılların yokluğuna, kıt kanaat geçimine ve imkânsızlığına rağmen, bugün özellikle de teknolojinin yardımıyla gerek sosyo - ekonomik durum gerek bilinç düzeyi ve gerekse de farkındalık düzeyi azımsanmayacak derecede yüksek. Ama tüm bunlara rağmen, o vakitlerde aldığınız takvanın, insan kalabilme çabasının, koşulsuz teslimiyetin kokusu sanki imkânlar arttıkça kayboldu ve bugün buram buram kokan o güvenin, o nebevi soluğun yerinde yazık ki yeller esiyor.
Ceddinize rahmet olsun; anımsıyorum, bugünkü yaşamsal bakışımın mimarlarından olan rahmetli babaannem kendi el emeği göz nuru ile yaptığı oyalardan kazandığı parayla daha ölmeden aldığı kefenini çok şık ve muhteşem kokan bir bohçada saklardı. “Allahım, eğer kötülüğe vesile olacaksam beni çok yaşatma, ama iyiliği yayacaksam uzun bir ömür istiyorum” diye, nerdeyse zamane toplumumun duygularına tercümanlık yapan bir duayı dilinden düşürmediğine defalarca kez şahit olmuş biriyim.
Evet, okuma yazması yoktu ama bu dünyaya iyi olmak için değil; iyiliği yaymak, kötülüğün karanlığını imkân ve gücü nispetinde yok etmek, ayrım gözetmeksizin her mahlukata şefkat ve merhametle yaklaşmak için geldiklerinin erincinde idiler. Hemen yanı başlarındaki komşuları olan, o zamanki tabirle “gayri Müslimlerin” evlerine defalarca kez yardıma gittiğini beni de birlikte götürmesinden anımsıyorum.
Daha birkaç yıl öncesinde dahi, “falan yabancı filan ülkede İslâm’ı seçti ve Müslüman oldu” haberleri yüreklerimizde tarifi imkânsız bir sevinç dalgası estirirdi.
(Devam edecek)