ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

TERKEDİLEN BABIALİ HER SABAH UMUTLA O GÜNLERİN İNSANLARINI MI BEKLİYOR…

Baharın yeryüzüne ilk gülücüklerini gönderdiği güneşli bir gün… Güneşli, ama kararsız bir gün…
Ceketinizin sırtınızda. Sabahın en erken saatinde, güneş çok parlak da olsa, sanki ona
güvenmiyorsunuz gibi, pardösünüzün kolunuzda asılı olduğu bir gün. İstanbul bu, belli olur mu, bir
kapatırsa gözlerini, yağmur başlayıverir…
Sabah yola çıkan ilk otobüse Bakırköy'den bindim, sahil yolundan Eminönü'ne 18 dakikada
geldim. Ohh, ne güzel, İstanbul sabah sessizliğiyle, eski İstanbul gibi… Deniz kokusu, Eminönü'nü
sarmalamış.. Bir iki vapur, ilk yolcularını iskeleye bırakıyor. Herkes yorgun, mahmur, sıkıntılı …
Düşünüyorum, bu Eminönü'nün adını da değiştirdiler. Fatih yaptılar. Fatih nere, Eminönü
nere… Şimdi Kadıköy'den veya Boğaz'dan kalkan vapurlarımızın tabelasına Kadıköy-Fatih mi,
yazılacak. Aklım almıyor. Zaten bir dosta bir mektup, bir paket gönderirken, yılların alışkanlığıyla
Babıâli adının arkasına, ya Sirkeci, ya da Eminönü yazıyorum. Hiç darılmasınlar ama, Fatih adı hiç
yakışmıyor oralara… Sakın Fatih Sultan Mehmet gibi çağını aşmış, reformist bir büyük imparatordan
değil, küçük hesapların peşinde politika yapmayı alışkanlık haline getirmiş küçük insanları
kastediyorum. Madem Eminönü'nü kaldırdılar, hiç olmazsa tarihimize yön veren Babıâli gibi bir
semtin adını verebilselerdi.
Babıâli'ye doğru yavaş yavaş yürüyorum. Sahilde gezen martıların bile ahlakı değişti. Denizleri
kuruttuk, balıkları bitirdik diye, karalara dalıyorlar, avaz avaz bağırarak…
Solumda 2. Abdülhamit'in Alman mimara yaptırdığı Sirkeci Garı, üzgün. Jaketatay altına kot
pantolon giymiş birinin görüntüsündeki Marmaray'ın istasyonunu mu hazmedemiyor acaba ? Kristal
bardaklarla doldurulmuş antik büfe içine plastik bardak konmuş gibi tarihi Marmaray Sirkeci
İstasyonu
Hemen karşısında meşhur Konyalı Lokantası… O da, ahşaptan plastiğe geçişin çirkinliğini
yemeklerin lezzetine karıştırdı mı, diye düşünüyorum.
Konyalı'nın bir iki bina ilerisinde orta katlarda ünlü avukat kardeşlerin isimleri yazılı tabelayı
arıyor gözlerim. Av.Burhan Apaydın, Av.Orhan Apaydın. Hayır, hayır o tabela da yok. Ne hukukçuydu
bunlar. Burhan Apaydın, Yassıada'da Adnan Menderes'i savunurken "Yere düşmekle altın, sakıt
olmaz kadr ü kıymetten" demiş, ortalık da karışmıştı.
Karşıya geçmek için hazırlanırken köşedeki bankayı görünce, aklıma Orhan Erinç geldi. Bir
sohbette o bankanın yerinde ‘işkembeci‘ olduğunu söylemişti. Hatırlamıyorum...
Sonra İstanbul Lokantası geldi aklıma. Sol kollarında sarkıttıkları bembeyaz ipek peçetelerle,
deneyimli bir diplomat nezaketinde hizmet veren İstanbul Lokantası garsonları… Ve asalet akan
müdavimleri…
Ankara Caddesi'ne girer girmez, sağ kolda bir yerde. Bakıyorum, arıyorum fakat tam neresi
olduğunu çıkartamıyorum. Pasajlar, pasajlar. Hangisi acaba? Ünlü İstanbul Lokantası'ndan bir tek
emare yok…Öyle sarmış ki çevreyi, cep telefonu satıcıları, bulamıyorum. Tevekkeli değil, 75 milyon
vatandaşımıza. 85 milyon cep telefonu. İşte büyük ekonomi (!) bu herhalde. Üretmeden tüketme…
Elli, altmış adım atıyorum. Ohh, çok şükür, maziden bir miras. Filibe Köftecisi… İttihat
Terakki'nin koca koca adamlarının tiryakisi olduğu mekân. Işıklı tabelası yok, otomatik kapısı yok,
plastik tezgahı yok, bugünden hiç bir şey yok. Dünden her şey var. Bakalım ne kadar dayanacak…
Yürüyorum. Hemen üst sokağın köşesinde; badanasında, kirecinde, sandalyesinde, masasında,
camında, çayında, kahvesinde, tütün dumanında, kültür kokan Meserret Kıraathanesi… Fikir
adamlarının, siyasetçilerin, Türk edebiyatına mührünü basmış yazarların, şairlerin, gazetecilerin,
ressamların hasılı sanatçıların sık sık buluşup, meşverette (karşılıklı fikir alış-verişi, düşünce platformu)

2

bulundukları bir kıraathane. Yani kahvehane değil. Kıraathane… Her sözün altın olduğu bir platform.
Adeta bir okul, bir üniversite…
Serzenişlerin, eleştirilerin, takdirlerin edebi değer taşıdığı ve de öğrenenlerin minnet,
öğretenlerin gurur duyduğu bu mabette, şimdi bir bankanın şubesi var… Ne diyebilirim. İçimden,
daha anlamlı bir şeyler söylemek istiyorum, bulamıyorum. Hocam Bedii Faik yanımda olsaydı, en
muhteşem cümleyi o kurar, ben de, ben bulmuş gibi yazardım.
Durun, o mabette yaşanan düşündürücü bir anekdot, belki sizlere Meserret Kıraathanesi'nin
havasını yaşatır;
"Süleyman Nazif ile İçtihat Dergisi sahibi Abdullah Cevdet can arkadaşlar. Gel gör ki, bir süre
sonra bu arkadaşlık bilinmeyen bir sebepten bozulur. Konuşmazlar. Bir süre sonra, Süleyman Nazif
vefat eder. Tabii arkadaşı Abdullah Cevdet çok üzülür, cenaze merasimine katılır. Aradan bir iki hafta
geçer, Meserret'te ustalar sohbet ederlerken, söz Süleyman Nazif'e kadar gelince, Abdullah Cevdet
anlatmaya başlar; "Dün Süleyman Nazif'in kabrine gittim, uzun uzun sohbet ettik" deyince, oradan
biri laf atar "Ne dedi sana?" Süleyman Nazif, tam cevap verecekken, kenarda okuduğu gazeteden
başını kaldıran
Ercüment Ekrem; "Ne diyecek yahu, böyle gündüz gündüz gelme, gece yatıya gel “ demiştir.
Meserret'in önünde yokuş diklenmeye başlar. Bacaklara kuvvet. Kafamı sağa çevirdim. O
devirde, iş sahibi bir kişide olması gereken en önemli şeylerden biri de ajandadır. Ama Ece Ajandası.
İşte bu ajandanın ana merkezi, ama kepenkleri inmiş, sanki Babıâli'ye küsmüş gibi. O da yok…
Ece'nin iki kapı ötesinde, bir tarih daha var. Hakkı Tarık Us ile Asım Us kardeşlerin Vakit
Matbaası ve Vakit Gazetesi. Buraya hem Ankara Caddesi'nden, hem de bir üst sokaktaki Cemal
Nadir'den girilirdi. Ama şimdi hangi iki kapı. Kapılar duvar… Orada Ankara Caddesi'ne bakan küçük
bir balkon vardı. Hakkı Tarık orada keyif yapar, aşağıdan geçen dostlarına da sataşırmış. Sataştığı
insanların başında rekor evlilikler yapan Nizamettin Nazif gelirmiş. O geçerken, çok evliliği ima
edercesine, aşağıya bağırırmış, " Ne haber Nizamettin Nazif, bu hayat da geçer ". Bu sözleri, her
geçtiğinde tekrarlarmış. Gün gelmiş, Hakkı Tarık vefat etmiş, defin biter bitmez Nizamettin Nazif,
mezarın başına geçmiş, bağırmış "Hakkı Tarık, Hakkı Tarık, bu hayat da geçer derdin, bak geçmedi
bitti, ne haber. "
Yürüyüşüm devam ediyor, Remzi Kitabevi'nin önündeyim. Neyse o yerinde. Gelişti, birçok
yerde şubeleri var. Bir de Semih Lütfü Kitapevi vardı. Yerini hatırlamıyorum. Galiba Remzi'nin
komşusuydu. O yok galiba. O yok, ama o kitabevinin sahibi Semih Lütfü ile büyük yazar Peyami
Safa'nın harika bir diyalogu var. Onu da anlatayım, yokuş diklendikçe, nefes alışım hızlanacak, biraz
durmalıyım;
Semih Lütfü'nün bir gözü takmaymış. Bir gün yokuşta Peyami Safa ile karşılaşmışlar. Semih
Lütfü sormuş;
- Napıyorsun, Peyami?
- Görüyorsun yokuşu inip, çıkıyoruz. Sen ne yapıyorsun?
- Ben Avrupa'daydım, yeni geldim ve çok yeni bir teknikle takma göz yaptırdım. Bil bakalım,
hangi gözüm takma?
Peyami Safa hiç tereddütsüz parmağını takma gözün üstüne doğrultmuş.
Semih Lütfü şaşkın şaşkın bakarak, sormuş;
- Nasıl anladın?
- O daha şefkatli bakıyor da ondan anladım…
Nerde kalmıştık. Yokuştaki kitapevlerinde.
O kitapevlerinin karşısında Türkiye'ye reklamcılığı getiren iki insandan birisi olan İzidor
Baruh'un İlancılık adlı şirketinin binasına bakıyorum, onun yerinde de yeller esiyor. İzidor Baruh çok
sempatik bir insandı. Babıâli'de yayınlanan gazete ve dergilerin sahiplerinin hepsinin kursağında
lokması olan bir insandı. Çalışkanlığı öne çıkan Baruh, uzun yaşadı ve iki- üç yıl önce hayata veda etti.
O iş hanının birkaç bina ilerisinde iki katlı küçük bir binada o zamanın ünlü doktoru Mahir
Canbakan'ın muayenehanesi vardı. Her gazeteci soluğu onda alırdı. Canbakan, hem doktor, hem de
iyi bir sporcuydu. Galiba o zaman bu ülkede bilinmeyen tramplen sporunun sevdalısıydı. Spor
yazarlarına, bu sporu desteklemelerini söylerdi. Vallahi bina var, ama doktordan haber yok.

3

Durun, unuttum. Meserret'in yan sokağında Eli Acıman'ın Manajans'ı vardı. Eli Acıman'ı
Amerika'dan Koç Grubu'nun önemli kişisi Bernar Nahum getirmiş derlerdi. İşte ikinci reklam şirketi de
buydu. Bir reklamcı daha vardı. Evet, evet, Aşirefendi'de Yeni Ajans. İşte Babıâli'nin güçlü gazeteleri
ve dergileri bu üç reklamcıylarla çalışırlardı.
Hadi bakalım, biraz daha gayret.
Şimdi Güncer Han'ın kapısındayım. Valililik binasının tam karşısında. Hanın girişinde Yamuk
Mustafa lakaplı, şimdi soyadını hatırlamadığım bir büyüğümüz (galiba Kızıltan) Beşiktaş Spor
Dergisi'ni çıkarırdı. Tam bir fanatik. Nerden mi biliyorum? Çünkü ben çaylak gazeteci basın locasına
girer, maç seyrederdim. Ama en çok Halit Kıvanç, Namık Sevik, Necmi Tanyolaç gibi spor yazarı
ağabeylerimiz yarın ne yazacaklar onu merak ederdim.
Yukarı doğru çıkarken Fahrettin Gökay Vakfı'nın binasını görürsünüz, onun altında kısa ve dar
bir sokak vardır. Oradan içeri girdiniz mi, karşınıza Cemal Nadir sokağı çıkar. O sokağın hemen başında
Gripin Laboratuvarı vardı. O zamanın zenginleri Necip Akar ve aile fertleri, burada Gripin, Opon ve
benzeri ilaçların imalatını yaptırırdı.
Yanındaki bina, Hürriyet'indi. Bazı yayınlarını orada hazırlattı ama hiç hatırlamıyorum. Ve şimdi
ne yapılıyor, onu da bilmiyorum. Yani, yeniyle işim yok. Aklım, fikrim eskide…
İki bina ötesinde gazeteci-yazar ve şair Mehmet Faruk Gürtunca'nın Hergün Gazetesi. Tarihi
romanlar hikayeler, pehlivan tefrikalarıyla ünlenmiş bir gazeteydi Hergün. Biraz ileride köşede
Akşam'ı görüyorum. Bu gazeteyi, Dışişleri Bakanlığı da yapmış Necmettin Sadak, Atatürk'ün Başyazarı
Falih Rıfkı ile birlikte yayınlamıştı. Sonra el değiştirdi. Armatör Malik Yolaç, bu gazeteyi satın aldı,
Çetin Altan ve İlhami Soysal gibi önemli yazarlarla uzun süre çalıştı. Yine el değiştirdi, Karamehmet'ler
sahiplendi. Sonunda TMSF'mi neyse, o el koydu. Bu da yeni moda. Böyle giderse. bütün gazeteler
devletin olacak herhalde. Devletin olsa iyi de, TMSF kimin elinde, o önemli…
Ve Klişeci Kenan… Şimdi bu nereden çıktı demeyin. O dönemin gazetelerinin eli koluydu. Niye
mi? Çünkü fotoğraflar çinko üzerine geçirilir, sonra gazetelere gönderilir, baskıya girerdi. O meslek
de, tekniğin kurbanı oldu,
Klişeci Kenan gazetelerin eli ayağı idi. Babıâli’ye veda ederken bütün ekipmanlarını “Basın
Müzesi’ne bağışladı”
Klişeci Kenan, Akşam'ın hemen yanı başındaki sokağın içindeydi. Onun yanında ise, zamanın
fikir gazetesi Dünya vardı. Falih Rıfkı ve Bedii Faik'in…
O Dünya Gazetesi idi ama benim dünyamdı… Bu mesleğin değerini, kutsallığını, sorumluluğunu
öğreten Dünya Gazetesi… Narlıbahçe'de yılların, o sabah film şeridi gibi gözümün önünden geçişi
elimi ayağımı kesmiş öyle dalgın dalgın düşünürken, omzuma değen bir el ile film şerifi kopuverdi.
Aaa, Yüksel Çengel… Babıâli'yi bizim kadar yakın tanıyan, gazetecilerin dostu, Milli Türk Talebe Birliği
Başkanı, Avcılar Belediyesi eski Başkanı ve İstanbul eski Milletvekili. Yüksel Çengel. Adam gibi adam…
- Sabah, sabah ne bu dalgınlık hayrola.
- Yok be Yüksel, sabah erken uyandım. Havada bahar gibi. Şuralara bir bakayım geçmişi yad
edeyim dedim. Senin bu saatte işin ne?
- Babıâli, senin tapulu malın mı? Bir dostuma davetiye bastıracağım. İyi ki, gelmişim, seni
gördüm. Hadi birlikte yad edelim…
Yüksel'le düştük yollara… Sakinlik yavaş yavaş azalıyor,
Şimdi Milli Eğitim Kitapları Yayınevi var galiba. Yıllar önce ULUS Gazetesi'nin İstanbul bürosu.
Tarihi bir bina, boyu kısa ama, konuk ettiği insanlar her manada uzundu. Bir Ayhan Yetkiner vardı.
Hem bağıran, hem okşayan Yetkiner. Yine de çok nazik bir İstanbul beyefendisi. Meslek kuruluşlarında
önde giden, mesleğimizi sahiplenen bir ağabeyimizdi. Doğan Can ve Hasan Yılmaer ile birlikte Türkiye
Fikir İşçileri Sendikası'nı kurmuşlar, ama bu birliği sürdürememişlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam, aynı
binada Tahir Kutsi Makal’da Ülkücü Gazateciler Cemiyeti’ni kurmuştu.
Hemen karşısında Vilayet Lokantası. Valilik ana kapısına bakan köşe binanın köşesinde. Etli
ekmeği ünlü Vilayet Lokantası. O da tarihe karışmış.
Yokuşu tırmanmaya devam…
Yirmi, otuz adım sonra dört yol ağzı. Dört köşede, dört tarih…

4

2500 yıllık Pers İmparatorluğu’nun mirasçısı İran'ın Osmanlı'nın başkentinde Dersaadet'e yakın
olsun diye yaptırdığı sefarethanesi. Tabii şimdi başkonsolosluk.
Diğer köşede en büyük mesleki kuruluşumuz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin genel merkezi.
Üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in talimatlarıyla bedel
ödenerek binamıza kavuşmuşuz. Caddenin de adından anlaşılacağı gibi bina eski Türk Ocağı... Yıllar
sonra bir katında Kadri Kayabal'ın Türk Haber Ajansı vardı. Şimdi esamisi yok…
Karşı köşe yakın zamanda yanan Milli Eğitim İstanbul İl Müdürlüğü.
Öbür köşe ünlü bir ruh ve sinir hastalıkları doktoru Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman'ın evi.
Gençliğimizde binanın altında eczane vardı. Şimdi gömlekçi mi, ne? Bürolar, dükkanlar falan var.
Durun bir olay anlatayım gülün; "Neyzen Tevfik dünyaya boş vermiş, sözünü sakınmayan,
kimseye riyakarlık yapmayan, mert bir filozof. Zaman zaman bunalıma girer, Mahzar Osman'ın aynı
zamanda muayenehanesi olan bu eve gelir, ayar yaptırır. Bir gün eve gelmiş ama Mahzar Osman yok.
Oturmuş kapıya üstadı bekler, bir taraftan da demlenir. . Üstad geldiğinde elinde şişeyi görünce
sinirlenir;
- Bu ne Neyzen?
- Rakı Hocam
- Çabuk dök onu
- Hocam dökemem
- Niye?
- Yarısı İbrahim Çallı'nın
- Tamam, o zaman yarısını dök
- Olmaz Hocam. İbrahim Çallı'nın payı, üstte…
İşte Babıâli'nin rengi… Her şey edepli ve edebi…
Hala dört yol ağzındayız. Sırtınızı valilik binasına dönerseniz, sol taraftan Ayasofya'ya:
Sultanahmet Camii'ne, Topkapı Sarayı'na, Yerebatan Sarayı'na yani yaklaşık 2000 yıl öncesine
giderseniz. Tarihe bakın…
Sağa dönerseniz, Duyunu Umumiye binasına yani şimdiki İstanbul Erkek Lisesi'ne ve
Cumhuriyet Gazetesi'nin eski binasına. İttihat Terakki'nin genel merkezine. Orası da adeta İttihat
Terakki gibi olmuş, darmadağın…
İstanbul Erkek Lisesi’nin çaprazında ki dar sokakta, Osman Nebioğlu var. Önemli bir yayıncı ve o
devrin süper adamlarından biri. Almanya’da öğrenim görmüş dolu bir insan. O devletin en büyük
nişanını almış. Bizim neslin ufkunu açan Bütün Dünya Dergisi’nin sahibi.
Hemen yakınında Yalçın Toker’in günlük T. Ticaret Postası Gazetesi var. Vatan’dan sonra
tanıdığım, Turgut Fethi, Selami Turgut Genç gibi büyük ustalarımdan feyz aldığım mükemmel iki
insanlar.
Yakup Özdemir, Turgut Bıçakçıoğlu, Aydın Dörter büyüklerim.
Yaşdaşlarım İsmet Tango ve Güngör Gönültaş.
İsterseniz oralara girmeyelim. Tekrar Babıâli caddesine yani tramvay yoluna doğru yürüyelim.
Bir dört yol daha. Oraya çıkmadan önce bir çok insanın belleğinde Eminönü Halkevi olarak kalan
Yüksel'in de Başkanlığını yaptığı MTTB binası… Anılara dalma sırası Yüksel'de…
Beş, on adım yürüyüp kavşağa gelir gelmez Ayasofya istikametine dönüyorum ve önce aklıma
Muzaffer’in Sofrası geliverdi. Bâbıâli’nin müdavimleri midelerini Muzafer’in lezzetleriyle
doyururlardı. Hele galiba çarşamba günleri yaptığı özel kuru fasulyenin benim hâlâ tadı damağımda.
Hemen karşımdaki sağdaki ilk sokağa, yani Molla Fenari'ye giriyorum.
İhtiyar sokakta gençliğimi arıyorum.
Bana bu mesleği kazandıran dedemin ve babamın arkadaşı bir İstanbul beyefendisi Selami
Akpınar’ın elimden tutup beni Babıali’ye getirdiği, Vatan Gazetesi'nin binası gözlerimin önünde. İlk
göz ağrım… Bir süre sonra Hürriyet'in yan yayınları ve Hafta Sonu gibi gazetelerin hazırlandığı yer
olmuştu. Şimdi otopark… Birkaç metre sonra Milliyet'in, Nuruosmaniye Caddesine geçmeden evvelki
binası.
Hazır buralara kadar gelmişken. Çatalçeşme'ye, ömrümün 37 yılını verdiğim sokağa girmeliyim.
Reformist Abdullah Cevdet'in İçtihat Evi, İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Dr. Ekrem Şerif

5

Egeli’nin mekânı, şehidimiz Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Çetin Emeç ile Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti'nin eski Genel Sekreteri ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Leyla Tavşanoğlu'nun babası, Selim
Ragıp Emeç'in Son Postası.
Bu sokakta Orhan Özkırım’ın İstanbul Postası da yayınlanırdı. Özkırım mescidinin yanındaki 4.
katlı binayı satın aldı. Bir gün baktık ki en alt katını Türkiye Gazetesi’ne kiralamış. Türkiye Gazetesi’ne
ve Enver Ören’e bu bina uğurlu geldi. Kısa bir sürede binanın tamamını satın aldı. Daha sonra
Yenigün ile aynı binayı paylaştı.
Yaklaşık 32 yıl, her gün 87 basamağı gençlik enerjisiyle defalarca çıktığım Yenigün'ü, Türkiye
atağa kalkıp da Yenibosna'ya gittiğinde, rahmetli Enver Ören'le anlaşıp, bütün eşyasıyla devralıp,
birinci kata inmiş, bu inişimi "sonuçta düzlüğe çıktım" diyerek dostlarıma ve meslektaşlarıma
müjdelemiştim. Onlar da bu düzlüğe çıkışı, ya parada ya da tirajda düzlüğe çıktım sanıp, beni tebrik
etmişlerdi.
Aslında ikisi de değildi. Bu merdivenlerden, öyle çile çekmiştik ki, orta yaşlara beni taşıyan bu
basamaklardan, birinci kata çıkmayı inmek değil, yükselmek olarak kabullenmiş ve burada bir 5 yılı
da, az merdiven keyifle yaşamıştım. Sonra diğer binaların başına gelen bizim de binamıza gelmiş, para
babaları han sahibine milyon dolarlar verip, binayı yıkmış şimdi de yerine otel yapmaya başlamıştır.
Hemen geri döndüm. Otoparka sırtımı çevirdim, sokağa girdim. Karşımda Türk basınında
devrim yaratan Sedat Simavi'nin Hürriyet'i… Şimdi turistik eşya satan bir bina. Pek bakamıyorum.
Gerçi bina da bana bakmıyor. O rölyef yok. Ustalardan kimse yok. Arkadaşlar dersen, onlar da yok. Ne
acıdır ki, bu reformist gazetenin burada yıllarca bulunduğunu belirten bir tabela, bir yazı bile yok. Ya
belediyenin ya da mesleki kuruluşlarımızın kabahati. Belki de Hürriyet gazetesi sahiplerinin…
Geriye Nuruosmaniye'ye dönmek istedim. İlk köşede noter mi, savcı mı, ismini Sabit Bey diye
hatırladığım tanınmış bir şahsın muhteşem binası. Karşı köşede ise, gazete bayii Abdullah'ın barakası.
Hemen arkasındaki dükkanda şair İbrahim Minnetoğlu'nun kitabevi…İlk sol köşede Atatürk'ün manevi
kızı rahmetli Ülkü'nün bilmem kaçıncı eşi Kemal Doğançay'ın Doğançay İşhanı vardı. Akkan'la bizim üç
kişinin bir arada durması mümkün olmayan, üçgen şeklindeki ilk büromuz. O zamanki ifadesiyle
yazıhanesi… Kalkınan Köylü'yü orada hazırlıyorduk. Büromuz küçük fakat inancımız büyük… Aynı
binada hem Anadolu Ajansı, hem avukat büroları, hem de bizim yerimiz. Sonra yıllar geçti, Anadolu
Ajansı binanın tamamını satın aldı ve modaya uyarak Babıâli'yi terk edip, Topkapı'ya gitti.
Nuruosmaniye Caddesini adımlıyorum. Sağda saray gibi girişiyle Benice Han var. Son Telgraf ve
Gece Postası'nın sahibi Etem İzzet Benice’nin işhanı.
Ya şehidimiz Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Çetin Emeç ile Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti'nin eski Genel Sekreteri ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Leyla Tavşanoğlu'nun babası Selim
Ragıp Emeç'in Son Postası…
Kapalıçarşı'ya doğru yürüyoruz.
Abdi İpekçi ile şaha kalkan Milliyet'in Babıâli'deki son binası. Bu da tıpkı Hürriyet gibi turistlere
yönelik lüks bir yer olmuş. Üst katı da şimdi ünlü Nar Lokantası. Ve hemen arka sokağında Kemal
Ilıcak'ın Tercüman'ı…
Sakın Şevket Rado'nun Hayat'ını unuttum sanmayın. Bizim Basın Müzesi'nin arkasına dayanmış
Hayat ve Ses’in binasına baktım. Vallahi kağıt deposu mu, bir şirketin yönetim merkezi mi anlamadım.
Durup aptal aptal bakınca, güvenlikteki adam kim bu moruk sabah sabah dedi içinden herhalde ki,
ters ters baktı bana… Ürktüm…
Sonra Son Havadis'in sokağına giriyorum. Yani Şerefefendi Sokağına... Mustafa Özkan'ın
kulaklarını çınlatarak. Orası da işhanı. Bir sürü atölyeler, kuyumcular, turistik eşya yapımcıları. Aklıma
Mithat Perin’in, Ali Hendekçi'nin Ekspres'i geldi. Bu sokak bereketli bir sokak. Son Telgraf ve Gece
Postası’da var. Var, var da ne tabelaları var, ne de orada bunların ruhu... Tabii her taraf otel,
pansiyon, kafe…
Bir saate yakın zamanda dolaştım Babıâli'yi yalnızken o kadar güzeldi ki… Aklımda kalan binaları
seyrettim. Kimi aynı sevgiyle baktı bana, kimi hiç aldırmadı, bir çoğu da mahzun, sıkıntılı ve hüzünlü.
Bir baktım, saat 07.11 kalabalıklar artmaya başladı.
Sıkılıyorum. O sakin ve namuslu günleri arıyorum.

6

Biliyor musunuz? Benim Babıâli'de derin izler bırakmış ustalarımızın, meslektaşlarımızın çalıştığı
bu gazete binalarının önünden geçerken içim sızlar. Sanki o taş, o tahta yapımı bina, beni tanıyor gibi
geliyor bana. Canlanıyorlar da, niye bizi bıraktınız gibi mahzun bakıyorlar. Yıllar geçtikten sonra
vücutta, tende ve kafada buruşuklukları örtmek için makyaj yapılsa, kıyafetler değiştirseler bile; eski
iki sevgilinin hangi yaşta olursa olsun karşılaşmasına benziyor. Bir yürek çarpıntısı, bir merak…
Kim bunlara kıydı. Ve hiçbir akıllı adam, bizi uyarmadı. Oralara geçmişi bize anlatan bir tabela,
bir işaret koyamadık…
Gerçi şimdi koysak, neye yarar. Kim sahiplenir. Herkesin derdi kendine… Bu gazetelerden, bu
binalardan, bu sokaklardan kimler geldi, geçti. Sökülen kapılara, yıkılan dekorlara, çöplüğe giden
gazetelere, kırılıp sökülen masalara, en iyi arkadaşımız daktilolara neler oldu. Ve o saygın ustaların,
üstadların anılarından ne kaldı.
Atmosferde dolaşan ses dalgalarının kaybolmadığı yönünde bazı görüşler var. Gülmeyin. Bir
yerlerde okumuştum. Büyük devlet adamlarının, ünlü sanatçıların, müzisyenlerin seslerini
atmosferden ayıklayıp, geçmiş ile ilgili değişik bir yorum yapabilme çalışmaları varmış. Olur mu, olur.
Biz bu dünyaya veda ettikten sonra, gelecek nesiller bu kolaylıktan yararlanıp, meraklarını giderirler.
Tabii niyetleri varsa…
Şimdi içinizden; "Engin, en önemli gazeteciyi ve gazeteyi unuttu galiba" diyorsunuz? Hayır,
hayır.
En önemli gazeteciyi ve gazeteyi sona bıraktım. Kim olabilir, Yalnız gazete yönetimi değil, her
şeyi bilen bir gazeteci-patron Haldun Simavi, Ve Günaydın…Haldun Simavi bırakın gazete işini, baskı
makinesi bile arıza yaptığında tulumu giyip bu işin üstesinden gelen bir insan olarak Babıâli'de
ünlenmiş bir patron. "Politikacıların, işadamlarının davetine gitmeyin, yemeklerini yemeyin, içkilerini
içmeyin, armağanlarını kabul etmeyin. Aksi halde doğru haber yazamazsınız" diyen bir adam.
Günaydın'ı müthiş bir teknik ve haber bombardımanıyla yayınladığında bir çok gazetede deprem
yaratan bir adam…
Günaydın'ın yerine akşamüzeri gideceğim. Bir taşla iki kuş vururum diye.
Çünkü bugün Mehmet Nuri Yardım'ın başkanlığını başarıyla yürüttüğü ESKADER (Edebiyat
Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği)'nin tertiplediği "Babıâli'de Renkli Portreler" konulu etkinliğin
konuşmacısıyım. Bu toplantı, Günaydın'ın eski binasında gerçekleşiyor. Şimdiki adı Timaş Kitapkahve…
Toplantıyı Murat Başaran yönetiyor. Adeta bir aile toplantısı gibi. Kitapların içinde.
Bir taşla iki kuş, dedim ya. Hem Günaydın'ı yaşayacağım, Hem de geçmişte yaşanan güzel
anekdotları süsleyerek konuklarıma anlatacağım.
Kimler var; Kenan Akın, Ahmet Özdemir, Mustafa Dolu, Selçuk Onur, Abdullah Nebioğlu, Altan
Tanman, Soner Tütüncü, Gönül Yıldırım, Ayhan İnal, Şakir Şad, Recep Arslan, İsmail Saygılı, Şekip
Gümüşkanatlı, İbrahim Güleç, Songül Talu, Engin Çağlar, Cenk Saltık, İsmail Saygılı, Şükrü Disanlı,
Yusuf Bilge, Mehmet Önder, Sevim Beşik, Semiha Bandırma, Nevzat Soysal, Semih Hız, Celal
Kodamanoğlu, Celal Moray, Hüseyin Movit, Şükrü Yıllar, Ümit Bandırma, Sevilay Yüksel
Konuşmama teşekkürle başladım. Aklıma gelenleri sıraladım.
Uzun konuşmayı sevmem. Genelde geçmiş ile ilgili bir şeyler anlattım. Benden sonra mikrofonu
önce Kenan Akın'a, sonra da Recep Arslan'a, verdiler.
İkisi de, "Vay efendim, ben hep bir önceki ustalarımın, üstadların anılarını, aralarında yaşanan
diyalogları, Babıâli'ye olan özlemimi anlatıyormuşum ve özellikle eski yazarların ve eski gazete
sahiplerinin yaşadığı olaylardan örnekler veriyormuşum. Muharrirleri (yazarlar) değil, muhabirleri
anlatmalıymışım."
Doğru, doğru da, bugünden hangi muharriri, hangi muhabiri anlatabilirdim, ilk planda aklınıza
gelen var mı? Bana gazete sahibi üç yazar söylesenize? Bana verdiği haberlerle ülkeyi ayağa kaldıran
üç gazeteciyi göstersenize? Bir çığlıktan, bir çığ yaratan üç yazar, üç gazeteci göstersenize…
Ben daha konuşmamın başında sorumluluk, dürüstlük, üslup açısından, Babıâli tarihine adını
yazdırmış üstadların ve ustaların, isimlerini söylemiş ve unuttuklarım varsa özür dilerim demiştim.
Bunların kitaplaştırılmış anılarını hafızamın erdiği kadar açıklamıştım. Doğaldır ki, o devrin
muhabirlerinin bir çoğu bu kriterlere uyan insanlardı. Fakat bir çoğu kitaplaştırılmamıştı. Ama
okuduklarım ve bana anlatılanları aktarmaya çalışmıştım. Bugün de yazar ve gazeteci olarak çok

7

değerli meslektaşlarımız vardır. Ben o kürsüye, Babıâli'nin tarihi ile bildiklerimi anlatmaya çıkmıştım.
Yarın da başka arkadaşlarım, günü geldiğinde bugünün yazarlarını ve gazetecilerini anlatacaktır.
Ayrıca bir ayrıntı beni bağlıyordu. Bu neydi? Ülkemin meslektaşlarının kutuplaşmaları, eskiye oranla
çok daha kesin çizgilerle ayrılmıştı. İsim veremezdim, eleştiremezdim. Bu ayrıma alet olamazdım.
Bakın kimleri yazmıştım;
FALİH RIFKI - YUSUF ZİYA - PEYAMİ SAFA - BEDİİ FAİK - ÇETİN ALTAN - CİHAT BABAN - AHMET
KABAKLI - NAZIM HİKMET - NECİP FAZIL - ABDİ İPEKÇİ - SİMAVİLER - YUNUS-NADİR- DOĞAN NADİ'LER
- NECMETTİN SADAK-HALİL LÜTFÜ - AHMET EMİN YALMAN - BURHAN FELEK
Bu listede, sağcısı da var, solcusu da. Ne var ki, işadamı yok…
Geçmişte gazete sahipleri gazeteciydi, genel yayın müdürleri gazeteciydi. Onların çırakları
muhabirleri de gazeteciydi. Şimdi olduğu gibi bankacı, telefoncu, petrolcü, müteahhit, işadamı değildi
Her ne olursa olsun. Anı var, fakat zarafet yok. Yazı var, üslup yok. Yalnız sahip ve üst seviyedeki
yöneticilerin borusunu çalmak var…
Mesleğimiz yoruldu…
Gazetecilik bir sanattır. Ne var ki, sanat para peşinde koşarsa, alçalır hatta çukurlaşır.
Ben, bu yorgun ve loş günlere, biraz ışık, biraz lezzet vermek adına esprilerle ve edebi
sözcüklerle dolu örnekler vermiştim.
Nelerdi onlar?
Benzin zammına aşırı tepki veren, cimriliğiyle ünlü Halil Lütfü Dördüncü'ye, "Hoca, senin araban
yok ki, neden bu kadar tepki veriyorsun" diyen meslektaşlarına, "olsun bizim de, çakmağımız var ya"
demişti.
Ya Bedii Faik Hoca, hiç kimseyi adam yerine koymayan zamanın cüretkar Konya Valisi Şefik
Soyer için, nasıl müthiş bir üslupla yazdığı fıkrayı anlatmıştım;
Yıl 1947. Tek parti iktidarının ünlü valilerinden İzmir Valisi Şerif Soyer Konya’ya tayin olur. Bir
kaç ay sonra vali beyin köpeği bir garsonu ısırır. Ancak vali bey köpeğinin müşahadeye (tetkik,
kontrol) alınmasına izin vermez. Adeta köpeğinin dokunulmazlığı varmış gibi... İş basına akseder. Bedii
Faik’de Dünya Gazetesi’nde bir kaç yazı yazar. Ve dokunulmazlığı eleştirir. Ancak vali direnir. Hatta
gazeteye bir iki ikaz mektubu da gönderir. Vali olayı inkar eder. Sonunda Bedii Faik yanıt verir. “ Bazı
şöhretlerin adlarıyla birlikte, bazı hayvanlar aklımıza gelir. Mesela Nasrettin Hoca denince eşeği,
Resneli Niyazi denilince geyiği, Kloepatra denince, O’nu ısıran yılanı anmadan geçemeyeceğimiz gibi,
şimdiden sonra anlaşılıyor ki, Şefik Soyer der demez de, hemen bir köpeği hatırlayacağız.
Ya Hürriyet mücadelesinin büyük kahramanı Tevfik Fikret'in başından geçen bir ilginç olayı
anlatmışım, neydi o?
Hürriyet mücadelesinin büyük kahramanı Tevfik Fikret'in başından geçen bu ilginç olayı, büyük
yazar Yusuf Ziya Ortaç'ın "Bizim Yokuş" adlı kitabından, gelin beraberce okuyalım:
"Servet-i Fünun, Edebiyat-ı Cedide'nin bayrağı olduğu yıllarda, Tevfik Fikret'e, ayda dört lira
verirmiş derginin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz...
Eskiden, alışveriş edilen yerlerde, altını tartan özel bir terazi bulunurdu:
Şimşir ağacından, yahut fildişinden, küçük, zarif, oyuncak gibi bir şey...
Bir ucundaki değirmi oyuğa altın yerleştirilirdi. Dikey tutunca, eğer altın düşerse, tamdı.
Düşmezse, eksik: Üç kuruş, beş kuruş, on kuruş noksanına alırlardı lirayı...
Ahmet İhsan Bey, her ay, Tevfik Fikret'e piyasadan ucuz ucuz topladığı altınları sürer, dört
lirada hiç olmazsa yirmibeş, otuz kuruş kâr edermiş...
Son derece onurlu bir adam olan Fikret, nihayet onun bu oyunundan öyle tiksinmiş ki, bir küçük
terazi almış...
Servet-i Fünun sahibi, aybaşında maaş verirken bunu görünce:
- Ne o Fikret Bey, demiş, altınları mı tartacaksın?
Fikret, gayet sert:
- Hayır, demiş, altınları değil, senin ahlakını tartacağım!"
İşte buna benzer örneklerle, "Babıâli Sohbetleri" bitiyor ve biz eski Günaydın'ın binasında, o
günlerin havasını tattıktan ve herkesle vedalaştığımız sırada, yarım asırlık dostum, kardeşim şair
İbrahim Güleç elime bir kağıt sıkıştırdı. O yoğunluk ve karmaşada kağıda bakmadan cebime koydum.

8

Sabah yine mekâna geliyorum. Dün İbrahim'in verdiği kağıda bir bakıyorum ki, bir şiir. Ama ne
şiir… Heyecanlandım.
Benim bir kitapta anlatmaya çalıştığım mahzun Babıâli'yi, şair kardeşim beş kıtada anlatmıştı.
Babıâli'nin her caddesinde, her sokağında; her hanında, her dükkanında alın teri olan şair
İbrahim Güleç, aşık olduğu Babıâli semtinin giderek yok oluşunu, bu kez akıl teriyle aşağıdaki dizelerle
anlatmış;
BABIALİ'DE GÜN BATIMI
Sanki bedenimi alevler sarmış
Nereme dokunsam oram yanıyor
Yolcusu gelmeyen garip han gibi
Bakıp seyrettikçe içim kanıyor
İsmi Babıâli kendisi kayıp
Kültürden zerre yok her yer acayip
Silinmez lekedir bize bu ayıp
Gelip geçen meçhul bir yer sanıyor
Dolaştıkça yaşadığım yerleri
Arıyorum damlattığım terleri
İlim irfan yurdu şu eserleri
Ananlar da öylesine anıyor
İki kişi kalmış olmayan kaçak
Biri Köklüçınar; biri de Koçak
Demek ki bunları kesmemiş bıçak
Fakat tanıyanlar iyi tanıyor
İbrahim her zaman gerçeğe eğil
Çark dönüyor ama bendimde değil
Bir tek caddesi var kendinde değil
O da ismi ile tatmin oluyor.
Bu şiirin 4.kıtasının 2.satırındaki "KÖKLÜÇINAR ile KOÇAK" kelimelerinde değerli şairimiz Güleç;
Babıali'yi terk etmemekte direnen Yenigün Gazetesi kurucusu Engin Köklüçınar ile İstanbul Gazetesi
kurucusu Aladdin Koçak'ı kastetmiştir.
Hele 48 yıllık arkadaşım, meslektaşım Aladdin Koçak ile benim adımı satırlara anlamlı bir
biçimde koyuşu, beni kanatlandırdı.
Hemen Aladdin'i aradım. Genelde birbirimizi aradığımızda hep sorunları çözme adına ararız. Bu
kez de, yeni bir problemle karşı karşıya kalmadığını anlasın diye, esprili bir giriş yapıp arkadaşımı
rahatlattım. Ve İbrahim'in yazdığı şiiri okudum. Nasıl mutlu oldu, anlatamam. Aladdin'in sesinde,
gözyaşlarını hissettim. Uzaklarda bulmuştum O'nu. "Bu şiiri oğlum Batuhan'a da oku" dedi. Ve başladı
söylenmeye; "Şu işe bak, koca Babıali'de gerçek dostumuz İbrahim'miş. Bu kadar insana kucak açtık,
emek verdiklerimiz en kötü günümüzde yanımızda olmadığı gibi, hainlik yaptı. Arkamızdan bir sürü
laflar söylediler. İstanbul'a gelir gelmez önce İbrahim kardeşimi kucaklayacağım. Bu onuru seninle
paylaştığım için de çok mutluyum, sağol."
Telefonu kapattım. Aladdin'in sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Yarım asrı aşan Babıâli
dünyamda, çok acı ve zor günler yaşadığım gibi, övgü dolu, anlamlı, mutlu günler geçirdim. Plaketler
verdim, plaketler aldım. Gururlandım. Kıskandıklarım oldu, ama beni de kıskananlar oldu. Hem
meslektaşlarımın, hem de Türkiye'nin en üst seviyelerindeki şahsiyetlerle yan yana geldim ve hatta
bazılarınla derin dostluklar kurdum. Üzüldüm de, sevindim de...
Ama hiç biri İbrahim'in dizeleri kadar beni sevindirmedi.

9

Bizim gençliğimizde hatta orta yaşımızda gazetelerin bir çoğu, gazete üst yönetimince
hazırlanan haberlerle, köşe yazılarıyla ve başlıklarla yani bütün gazete, entertip veya linotip denilen
makinelerde kurşun harflerle dizilirdi. Bu kurşun harfler mürettipler tarafından gazetenin sayfa
sekreterleriyle düzenlenir, ya kurşun kalıplara yeniden alınır, ya da iplerle bağlanıp baskı makinelerine
taşınırdı.
İbrahim Güleç, Çanakkale Savaşı’nda düşmanın savaş gemisini batıran mermiye yakın ağırlıktaki
bu sayfaları, matbaalardan baskı makinelerinin bulunduğu yerlere sırtında taşımış, yalnız onları değil,
gazete kağıtlarını oradan oraya kan ter içinde götürmüş, ekmeğini taştan çıkarmış ve evlatlarına
yüksek tahsiller yaptırdığı gibi, Babıâli'de sevgi halesi yaratmış son derece duygulu bir insandı. Bütün
bunları becerirken, yüce Allah'ın verdiği yetenekle şiirler yazmış, bütün edebiyat sofralarında da
aramıza katılmış, hepimizi keyiflendirmiştir. Bir çok şiir kitapları, hâlâ elden ele, dilden dile
dolaşmaktadır.
İşte İbrahim budur. Böyle temiz, dürüst ve vefalı bir kardeşimizin bize verdiği armağan, şimdiye
kadar aldıklarımın en anlamlısı olmuştur.
Bakın, taze bir bahar günü, sabahın en erken saatlerinde yaptığım Babıâli gezisinden nerelere
geldik…
Gezdim, gördüm. Duygularımı anılarıma, anılarımı duygularıma katıp bir şeyler yazdım. Eğer
bir gün Babıâli tarihini yazmaya kalkışan gençler olursa, benim tespitlerimi diğer meslektaşlarımla
karşılaştırarak yazmalı. Onlardan geçmişle ilgili bilgileri alacakları gibi, benden alacakları da
olacaktır. Nankör hafızam beni bazı isimler ve mekânlarda şaşırtmış olabilir. Önemli olan doğruyu
bulabilmektir.
Gördüğüm gazete binalarının mahzunluğu, caddelerin, sokakların hüznü, sabahın mahmurluğu,
yazarların ve gazetecilerin yokluğu adeta Babıâli'nin bittiğini söylüyordu bana… Terk edilen Babıâli,
acaba her sabah uyandığında bizim gelmemizi mi bekliyor?..
20'li yaşlardan, 70'li yaşlara ulaştığım mekânımız, şiirin son satırında İbrahim'in dediği gibi "O
da isminle tatmin oluyor" galiba…
Allah vere de, onun da ismini değiştirmeseler…
HER NE OLURSA OLSUN,
KİM NE YAZARSA YAZSIN
UNUTMAYIN Kİ;
ANLATILANLARDA DA,
YAZILANLARDA DA EKSİK KALABİLİR.
AMA YAŞANANDA ASLA…

<