Ertan Yıldız

Ertan Yıldız

Toprak

Osmanlı İmparatorluğu'nda Avrupa'nın Ortaçağ sistemindeki gibi bir feodalite ve derebeylik düzeni mevcut değildir Bu yüzden toprak asaletine dayanan sınıflar şeklinde bir aristokrasi hiçbir zaman meydana gelmedi.  Ancak Osmanlı hakimiyetinin çok cılız kaldığı Kürt beyliklerinde,  Arap sancaklarında ve  Bosna, Hersek,  Eflak ve Boğdan gibi ülkelerde toprak mülkiyeti veya feodal sistemler  sürdü gitti.  Böyle yerler dışında  toprak  Allah'ın yeryüzündeki gölgesi padişahın malı olarak  kamu denetimi ve mülkiyeti altına alındı.

Devlet toprakları çok sıkı kurallara göre düzenlenen esaslarla geçici olarak şahıslara tahsis edebiliyordu. Önceden kayda geçilerek sınır ve özellikleri belirtilen irili ufaklı toprak parçaları sipahilere, savaşacak kişilere has, zeamet ve tımar olarak veriliyordu. Paşa, beylerbeyi, vezir ve şehzade gibi önemli makam ve rütbe sahipleri benzer şekilde gelir kaynağı olarak topraklardan istifade ediyordu. Ayrıca hass-ı hümayun denilen bizzat padişaha bırakılmış topraklar vardı.

Has, zeamet ve tımar sisteminin uygulanmadığı bölgelerde mülkün vergisi bölgenin sahibi bey konumundaki kimselerden alınırdı. Sistemin uygulandığı sancak ve beylerbeyliklerinde ise toprak, bir çift öküzün işleyebileceği arazi hesaplanarak köylülere taksim edilir ve o toprağın tahsis edildiği kişilerce köylülerden alınırdı. Toprağın sahibi devlet, kiracısı köylüler, denetleyen ise sipahilerdi. Üç yıl kullanılmayan toprak kiracısının ya da denetleyenin elinden alınır, başkasına verilirdi.

Çift öküzlük toprağı kullanan köylüye yani çiftçiye babadan geçen bu hak çok anormal koşullar olmadıkça devam eder, hatta miras yoluyla toprağın aşırı küçülerek işlenemez hale gelmesi düzenlemelerle önlenirdi. Böylece ülkede ne topraksız insanların oluşturduğu bir  proleterya,  ne de  büyük topraklara sahip ağa, derebeyi ve beylerden oluşan  toprağa dayalı bir asalet sistemi oluşmadı. Çünkü toprak kimsenin malı değildi,  padişah ve devlet tarafından geçici kaydıyla veriliyordu. Toprak  ile ilgili  işletici ve işletenler arasında meydana gelen anlaşmazlıklar genelde Kadı tarafından çözümleniyordu. Vakıf toprak sistemi ise  tamamlayıcı ve dokunulmayan bir düzen olarak ayrıca mevcuttu. 

Toprak işlenmeliydi. Toprağın terk edilmesi veya boş bırakılması anlamına gelen çift bozanlığa  meydan verilmemeliydi. Böylece toprak bakımsız kalmayacak,  toprak kimseyi  aç bırakmayacak, toprağı kimsenin ben sahibinizim diyerek baskı unsuru olarak kullanması mümkün olmayacaktı. Ancak bu sistem devlet Kürdistan Vilayetinde tam olarak  denetim kuramadığından Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da işletilememiş,  toprak ağalığı ve toprak köleliği yaşanmasına sebep olmuştur. Ağalık sadece toprakla sınırlı kalmamış, şeyhlik adı altında ruh dünyasına da el atmıştır. Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı tam 362 köyün gelirini topluyordu.

Askerlik sistemi ile birbirini besleyen toprak sistemi,  askeri başarısızlıklara paralel olarak miadını doldurdu ve Tanzimatın getirdiği can ve mal güvenliği  kavramının uzantısı olarak 1858 Arazi kanunnamesi ile yeni esaslara kavuştu. Artık vergiler şu veya bu şahıslar tarafından değil,  bizzat devletin görevlendirdiği memurlar tarafından tahsil edilecekti. Toprak beş gruba ayrılıyordu: mülk olarak tasarruf edilebilen topraklar;  vakıf toprakları;  devlet hazinesine ait topraklar;  umuma ait yol, çarşı, pazar, iskele, namaz ve  mesire alanları gibi yerler ile köy ve kasaba halkının ortaklaşa istifade ettikleri mera, kışlak, yaylak gibi yerler; ekilip biçilmeyen, istifade edilmeyen toprak. Bu kanun ile kişiler toprak edinebilecek,  alım satım ve intikalini yapabilecekti. Ancak toprağın tasarrufu sıradan köylü yerine elinde adamı ve silahı olan ayanların, ağaların, beylerin haksız usullerle eline geçti. Kanuni denetimin olmayışı murahabacılık yoluyla topraksız bir kitle yarattı.

Toprağı terketmenin suç olmaktan çıkıp serbest çiftçiliğin gelişmesi, vergilerin memurlar yerine yine bazı kişiler tarafından toplanması, toprak alım satımının artması yeni bir düzen oluşturdu. Vergisini ödemekte güçlük çeken köylünün toprağını yok pahasına kapatmak.  Buna paralel olarak toprağı işletmeyi karlı bulmayan, çiftini terkeden, kasabalara ve şehirlere göçmeye başlayan bir işsiz kitle. Toprak sahipliğinden yarıcılığa,  yarıcılıktan marabalığa, mevsim işçiliğine veya yabancı diyarlara yol alan bu kalabalık kitle memlekette yeni bir sosyal sınıf olarak ortaya çıkıyordu; işsizler sınıfı…

Ürün fiyatlarının düşüklüğü emeği değersizleştiriyor, işsizler sınıfı gittikçe çoğalıyordu. Tapu memurları ile toprak simsarları ve bölgenin ileri gelenleri arasındaki saadet zinciri bu gelişmeyi hızlandırıyordu. 1909’da yapılan kontrollerde çoğu yerde tapu defterleri silinmiş, çizilmiş, sayfaları koparılmış, pejmurde bir haldeydi. İleri gelen şahsiyetler köylünün toprağını ucuza kapatmayı, hükümetin işini zorlaştırmayı, beğenmedikleri memurları şikayet edip sürdürmeyi meslek edinmişti. Nüfus memurlarının servet için diriyi ölü, ölüyü diri yaptıkları biliniyordu. Anadolu’nun bu durumuna karşılık başkent İstanbul taş gibi kalpsiz ve duygusuzdu.

İkinci meşrutiyetle halka inmek, vergi ve asker toplamak için oldu. Sonra savaşlar geldi. Ermeni tehciri ile bir milyonu aşkın Ermeninin, sonrasında Rumların terkettiği toprakların hepsi ağaların, beylerin, eşrafın eline geçti. Karl Heinrich Marx’ın dediği gibi yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekiyordu. Ya da Balzac’ın dediği gibi her büyük zenginliğin arkasında bir cürüm saklıydı.

Anadoluyu bu şartlar altında alan Mustafa Kemal baştanbaşa boş, bakımsız ve kimsesiz topraklar adına “Köylü efendimizdir, onun huzurunda hürmetle eğilelim.” diyordu… Henüz Cumhuriyeti ilan etmeden toplanan İzmir İktisat Kongresinde ise “Arkadaşlar, kılıç ile fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye ve sonuçta yerlerini bırakmaya mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde böyle gerçekleşmiştir. Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur, sonunda kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol; gün geçtikçe daha fazla kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.” derken toprağın ve onu işlemenin önemini vurguluyordu. 

Bugün yaşadığımız zorluklar ve engeller arasında Mustafa Kemal başta olmak üzere gelecek için cesaret veren hala çok şey mevcuttur... İnsanoğlunun hamuru bu güzel vatan toprağı gibi..

 

<