Türküm, doğruyum, çalışkanım…
Günümüz Türkiye'sinin temelleri Sultan II. Abdülhamid dönemi esas olmak üzere 19. yüzyılın son yarısında atılmıştır. Batının buyurgan ve etkileyici dünyası karşısında hissedilen iflah olmaz bir aşağılık kompleksinin düşünen her Türk’ü tahrik ettiği yıllar…
Batı tipi modern okullar açılmış, yeni ulaşım araçları halkın hizmetine sunulmuş, gazete, kitap, dergi yayınları çoğalmıştır. Okudukça ve Batı’yı gezdikçe bu kompleks daha da artmaktadır.
Özellikle Kırım, Kafkaslar ve Balkanlarda kaybedilen topraklardan gelen göçler ve fikir adamları sayesinde hem sosyal yapı hem de düşünce bakımından yenilikler ve komleksten kurtuluş arayışları artmıştır.
Çökmekte olan bir devlette, acılara tutunarak teşkilat ve önderlik yeteneğini geliştirmiş insanların yaratıcı sorgulamaları fikir ve eylem dünyasında çınlamaktadır.
Bu sorgulamalar sonucunda, geleneksel çok dinli, çok uluslu Osmanlıcılık anlayışı sürdürülmekle beraber yeni fikirler Osmanlıların Türk, Osmanlı topraklarının da bir Türk devletinin parçası olduğu şeklinde gelişmiştir.
En önemli sorular şunlardır; Devlet neden kan kaybediyor? Devleti nasıl kurtarabiliriz? Devleti kurtarmak isteyenler yani Bizler kimiz? Ortak bir kimliğimiz var mı?
Ortak kimliğimiz Osmanlı mı? Öyle ise neden bir Sırp, Bulgar, Rum veya Ermeni kendini bizden hissetmiyor? Neden batı dünyasından gelen milli düşüncelere daha açıklar? Neden geleneksel düşmanlarımızın dostluğunu, onların himayelerinde ve onların gayeleri için isyanı, müşfik yönetimimize tercih ediyorlar?
Ortak kimliğimiz İslam mı? Öyle ise Birinci Dünya Harbinde kendilerini ve topraklarını savunduğumuzu sandığımız Araplar, neden Kutsal İslam Savaşı fetvasına rağmen İngilizlerin desteğinde damlardan, pencerelerden ve köşe başlarından askerlerimiz üzerine ateş yağdırıyorlar? Neden her müslümanın temiz ruhu Hilafetin merkezi İstanbul’un duyduğu hisleri duymuyor? Neden Hindistan ve Cezayir gibi İslam topraklarından dalga dalga gelen ümmet çocukları, kafir milletlerin bayrağı altında ve onların verdikleri silahlarla Hilafet Ordusu üzerine yürüyorlar?
Ordumuz bir zamanlar sahibi olduğu topraklardan Anadolu’ya doğru çekilirken, her adımda her geçtiği kara parçasında kurbanlar veriyordu. O Anadolu ki Avrupalılar on birinci yüzyıldan beri Türkçe konuşulan bu topraklara Türkiye, küçümsenen halka ise Müslümanlıkla eş anlamlı buldukları Türk diyordu. Böyle olmasına rağmen asırlardır Osmanlı devleti ve İslam dininin içinde uyur-gezer ve üstü örtülü kalan bir Türk milleti vardı ve Türklük kavramının açığa çıkma zamanı gelmişti.
Bu travmalardır ki geçmişin toplumsal, kültürel ve siyasi gelenekleri ile olan bağların kökten ve şiddetli biçimde kopması gerekliliğini Mustafa Kemal’e hissettirmiştir. Askeri zaferden sonra Türkleri üzerinde yaşadıkları toprak ile özdeşleştirmek, manevi ve kalıcı bir ilişki kurdurmak istemiştir.
Bu kalıcı ilişkinin oranlarını tespit etmek en zoruydu. Ne kadarı gelenekti? Ne kadarı İslamiyetti? Ne kadarı Batı tekniği ve yaşam tarzıydı? Ne kadarı anadildi?
Bu iş basit değildi. Mustafa Kemal oranlamadaki inisiyatifini bütün milletin Batı uygarlığına hızlı ve kapsamlı şekilde geçmesinden, ortak bir tarih ve dil bilinci ile yeni bir ulus yaratmaktan yana kullandı. Gelenekçiler üzerinde yaygın ve derin bir öfke uyandıran başta Osmanlı-İslam geçmişi dışlama gibi köklü değişiklikler Mustafa Kemal için kaçınılmaz derecede gerekliydi. Türkiye hayatta kalmak ve güçlü olmak istiyorsa bir parçası olduğu modern dünyanın kurallarına uymak zorundaydı.
Mustafa Kemal’in çağdaşlaşma projesi için düşündüğü maceracı bir milliyetçilikten ziyade vatanseverlik ile cumhuriyete ve yasalarına sadakatti. Son iki asırda insan ve toprak kayıplarının getirdiği acılar içinde yıpranmış ve silikleşmiş Türk insanına onur, güven ve güç kazandırmak istiyordu. Cumhuriyetin okullarında vatansever, sadık, onurlu, bilgili ve bilinçli yeni nesiller yetişmeliydi.
Bu nitelikte nesiller yetiştirmek ancak son derece Cumhuriyet’e ve inkılaplara bağlı, milliyetçi, halkçı fikir adamları sayesinde olabilirdi.
Çevresinde inandırma yeteneği güçlü, dürüst, zeki, iyi bir hatip ve çalışkan bir insan olarak tanınan Rodos’lu Reşit Galip, Selanik’li Mustafa Kemal’de iyi bir devlet adamı olabileceği fikri uyandırdı. Reşit Galip, Ebedi Şef’in verdiği görevleri yerine getirmekte kusursuz bir neferdi. Tarih her ikisini de doğduğu topraklardan bir daha dönmemek üzere koparmıştı. İkisi de dört yüz yıllık topraklarını 1912’de İtalyan ve Yunanlara kaybetmiş sonsuz yetimlerdi. Ne ileride, ne geride göçülecek tek karış yer kalmamıştı. Bu topraklar da kaybedilirse ne vatan kalacaktı, ne de Türklük. Anayurdun son topraklarının da gelecekte aynı sona uğramaması için tarihlerine, milletlerine sımsıkı sarılıyorlardı.
Milliyet ve memleket aşkını en mukaddes bir dua gibi dudaklarından eksik etmeyen, adımlarını daima bu hedefe göre hazırlayan Reşit Galip, Yunanın seçkin adam olduğu bir ortamda büyümüş ve Türkün seçkin adam olacağı bir ortamı özlemişti. Milli Eğitim Bakanlığına kadar yükselen bu Tıbbiyeli, Türk dehasının her sahada diğer milletlere rehberlik edeceğine yürekten inanıyordu. İnsan ve vatan sevgisini ilke, çağdaş uygarlık düzeyini ülkü alan öğrenci yeminini 1933’te bu ruhla yazdı:
"Türküm, doğruyum, çalışkanım,
Yasam;
Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
Yurdumu, budunumu canımdan çok sevmektir.
Ülküm;
Yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun."
Türk varlığı, eğitimli Türk çocuklarıyla şaha kalkmalıydı.
Tarihimiz ve mlli benliğimiz ihmal edilmiş, etrak-ı biidrak, barbar, kaba ve cahil gibi laflarla Türklük horlanmış, yabancılar tarafından Türk’e ağır iftiralar atılmıştı. Türkler kendi dinamikleriyle üretemez, iyiyi bulamaz, ilerleme ve yönetme kabiliyetine sahip olamaz denilmişti. Türk’ü karanlıklardan çıkartacak olan gençlere verilen eğitimin amacı andımızda özetlenmişti: Ahlaklı bir vatansever ve çalışkan olmak. Yeni kuşaklar bu yeminin verdiği ilham ve özgüvenle yetişeceklerdi.
Aslında, yapılan o dönem Avrupa’da neredeyse tüm milletlerin yaptığıydı.
Zeki ve çalışkan milletimiz damarlarında akan asil kan ile “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demeliydi. “Benim hayatta yegane fahrim, servetim Türklükten başka birşey değildir.” diyen Atatürk milletinden Türklükleri ile gurur duymalarını istiyordu. Türkler sadece askeri zaferler ve fetihler peşinde koşan bir topluluk değildi, yüksek yetenekleriyle birçok medeniyet izini dünya mirasına bırakmış bir ırktı.
Atatürk, Türk’ün asaletini, faziletini, ahlakını, zekasını, kabiliyetini ve enerjisini diğer bütün milletlerin manevi değerlerinden üstün biliyordu. Türk milletinin en ileri milletler arasında yer alamayışını haksızlığa, tarihi alın yazısının ters bir gidişine bağlıyordu. Gece gündüz bütün düşüncesi, bütün hırsı bunu bir an evvel değiştirmek özlemine dayalıydı.
Ama ölüm, Atatürk’le olan erken randevusuna sadık kaldı...
*** *** ***
Atatürk’ün ulus inşa süreci, fikir adamlarının mühendisliğinde sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik bir bütünleşme sürecini gerektiriyordu. Yüceltilmiş değerler sistemi oluşturulmalı ve hedef ulusla mükemmelce eşleştirilmeliydi.
Ama yol çok uzun, etnik ve dini talepler başarıya gidecek bu uzun yolun zayıf halkalarıydı…
Bu zayıf halkalar ne kadar Türk’tü? Ne kadar doğruydu? Ne kadar çalışkandı?