Ertan Yıldız

Ertan Yıldız

Uzun Yüzyıl (I)

Osmanlı Devleti’nin son asrını oluşturan on dokuzuncu yüzyıl, hem dünya ülkeleri hem de Osmanlı Devleti için tam bir değişim yüzyılıdır. Bu asırda siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik, kısaca hayatın her alanında köklü değişimler, dönüşümler ve şaşırtıcı kırılmalar yaşanmıştır.  Bir yandan hızla sanayileşen Avrupa devletlerinin tüm dünyaya yönelik meydan okumaları sürerken, diğer yandan Batı dışı toplumlar bu meydan okumalar karşısında hayatta kalma mücadelesi vermişlerdir.

Öncelikle bu asırda dünyada olup bitenlere bakmak gerekiyor. On sekizinci yüzyıl biterken Fransa’da meydana gelen ihtilal, bir bakıma on dokuzuncu yüzyıldaki siyasi ve diğer alanlardaki tüm gelişmelerin itici unsuru olmuştur. İhtilal sadece Fransa’da siyaset sürecini ve ilişkileri değiştirmekle kalmamış, getirdiği yeni fikirler, anlayışlar ve değerler tüm Avrupa’yı ve kısa bir zaman sonra dünyayı yavaş yavaş etkisi altına almıştır. Bu süreçte yeni sınıflar, yeni aktörler, yeni değerler ve yeni düşünceler siyaset sahnesine çıkmıştır. Eski rejimlerin kurumları, yapıları, değerleri, düşünceleri, aktörleri ve süreçleri giderek gündemden düşerken yeni rejimin kurumları, değerleri, aktörleri ve süreçleri gündemde olmaya başlamıştır.

Eski rejimlerin egemenleri olan aristokrasi ile kilisenin iktidar üzerindeki tartışılmaz üstünlüğü, yeni sosyal sınıflar olarak yükselen burjuvazi ve daha sonra işçi sınıfı karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. İhtilalin meşrulaştırdığı ulus ve ulusçuluk düşünceleri siyaset dünyasında imparatorlukların ve monarşilerin parçalanmalarına hizmet ederken yeni yapılanmalara uygun zeminin oluşturulmasında dönüştürücü rol oynamıştır. Avrupa, geleneksel iktidarlarını korumak isteyen monarşilerle ihtilal Fransa’sının cesaretlendirdiği cumhuriyet ve milliyetçilik eğilimlerinin cazibesine kapılan toplumlar şeklinde bloklara ayrılmıştır.

Diğer yandan Avrupa güçleri arasındaki mücadele ve sömürgecilik hareketi, Avrupa’dan denizaşırı toprakların iç bölgelerine yönelmiş ve kısa zamanda bu Asya ve Afrika’nın Avrupalı güçlerce paylaşılması şeklinde gelişme göstermiştir. Avrupalı güçler hem Avrupa topraklarında hem de denizaşırı bölgelerde birbiriyle mücadele etmişlerdir.

Siyasi süreçler ve örgütlenmeler sahasında da bu yüzyıl yeni yönelişlerin ve örgütlenmelerin asrı olmuştur. Bu süreçte monarşiler ve aristokrasiler çökerken veya gerilerken yeni sosyal sınıflar ve onların şahsında yeni ideolojiler yükselmiştir. Siyasi egemenliğin halkta olduğu inancı yaygınlaşmış, iktidar Tanrının hakimiyetindeki gökten insanın hakimiyetindeki yeryüzüne indirilmiştir. Bu çerçevede demokrasinin eşitlik ilkesi ile liberalizmin özgürlük ilkesi yeni örgütlenmelerin temel ideali olmuştur. Halk kesimleri siyasi iktidarı ele geçirme yarışına siyasi partiler aracılığıyla katılırken, iktidarın sınırlandırılması için anayasacılık hareketleri giderek güçlenmiştir.

Halkın temsilcilerinden oluşan yerel ve ulusal meclisler, iktidarı kullanmada ön safa geçmişlerdir. İktidar-toplum ilişkilerinde temsil ilkesi belirleyici bir ilke olarak gelişmelerde önemli rol oynamıştır. İktidarın, toplumun temsilcileri aracılığıyla kullanılan bir alan olduğu ve ilişkilerin buna göre örgütlenmesi gerektiği inancı yerleşmiştir.

Makineleşme üretim ilişkilerinde devasa değişikliklere yol açmış, ekonomik alanda yeni süreçler, ilişkiler ve kurumlar ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte geleneksel üretim ilişkilerine dayalı süreçler toplumların gündeminden çekilirken sanayileşme süreçlerine uygun toplumsal yapılar örgütlenmişlerdir. Değişen üretim ilişkileri yeni sosyal sınıfları öne geçirmiş, burjuvazi ve işçi sınıfı sanayi medeniyetinin belirleyici toplum kesimleri olarak sosyal yapı sahnesinin en önünde yerlerini almışlardır. Bu iki sınıf sadece üretimde değil ticaret, kültür ve siyaset dünyasında da etkili olmaya başlamıştır. Spor ve sanattaki gelişmelerde burjuvazinin mutluluk arayışlarının bir sonucudur.

On dokuzuncu yüzyılın yükselen medeniyeti olan Batı dünyasında bu gelişmeler olurken Batı dışı toplumların bu gelişmelerden etkilenmemeleri, kendi geleneksel sistemlerini ve yapılarını olduğu gibi korumaları mümkün olmamıştır. Batının fark yaratan üstünlüğü görüldükçe Batı medeniyetinin kurumları, değerleri, problem çözme yöntemleri Batı dışı toplumlar tarafından taklit edilen, alıntılanan ve kendilerine ait problemlerinin çözümünde yararlanılan bir model olarak görülmüştür. Bu sebeple on dokuzuncu yüzyıl Batı dışı toplumlar için Avrupa örneğine göre modernleşme sürecine girilen, Batı kurumlarının ve süreçlerinin alınmaya çalışıldığı, geleneksel sistemlerden uzaklaşarak çözümün Batı modellerinde arandığı, bu çerçevede geleneksel olanlarla Batıdan ithal edilen modernin rekabet ettikleri bir yüzyıl olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçleri Osmanlı Devleti de yaşamış ve köklü bir değişmeye maruz kalmıştır.

On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı Devleti için her alanda bir değişim asrı olmuştur. Bir yandan giderek işlevsizleşen klasik yapılar ve kurumlar terk edilirken, yerlerini Batıdan  monte edilen yeni yapılar, kurumlar ve süreçler almıştır.

On dokuzuncu yüzyıla, III. Selim’in yenileşme çabalarının bir ayaklanma sonunda başarısızlığa uğramasıyla giren Osmanlı iktidarının başına gelen II. Mahmut, selefinin yenilik ve değişim çabalarını sürdürmekte kararlıydı ve bunu toplumun bütün alanlarına yaymaktan başka çare görmüyordu. Bu sebeple II. Mahmut yenilik çabalarını askeri, idari, siyasi, sosyal, kültürel, eğitim, ekonomik ve sağlık alanlarının bütününe yaymaya çalıştı ve adeta her alanda toptan değişim hareketini başlatmış oldu. Kendisinden sonra gelen Abdülmecit, Abdülaziz ve Abdülhamit de onun açtığı yolda ilerleyerek tamamen yenilenmiş bir Osmanlı iktidarı ve sistemi meydana getirmeye çalıştılar. On dokuzuncu yüzyıldaki yenilik ve değişim çabalarının başlıca simgelerinden biri, hiç kuşkusuz, hemen hemen her alanda yenilik ve değişiklik vaat eden Tanzimat Fermanıdır. 

Ferman görünen yüzüyle devlet içinde bozulan düzeni yeniden tesis etme amacındaydı. Ancak askeri, mülki ve hukuki alanda hayata geçirilen reformlar, bir siyasi düzen değişikliğinden öteye geçmiş, Türk düşünce sisteminde de köklü bir değişime zemin hazırlamıştır. Tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması, kişilerin eşitliği, yargılamaların açık olması, hiç kimsenin yargılanmadan idam edilmemesi, vergide adaletin sağlanması, rüşvetin ortadan kaldırılması, herkesin mal ve mülküne sahip olması, bunu miras olarak bırakabilmesi gibi devlet adına verilen sözler tamamen yerine getirilmese de bu çabalar, İslami yönetimden uzaklaşmaya, çağdaşlaşmaya ve cumhuriyet fikrine önayak olmuştur. Özellikle her dine inananların eşitliği ilkesi gelenekten köklü bir ayrılış olmuş, Müslüman olmayanlar Müslümanlarla aynı seviyeye getirilmiştir.

Fermanla birlikte gittikçe artan oranda ikili bir yapının egemen olduğu bir asır yaşanmıştır. Bir yanda yeniye, Avrupalılığa, ıslahata yönelik olan yeni yapılar, diğer yanda ise eskiye, gelenekselliğe, muhafazakarlığa ait olan yapılar ve kurumlar aynı anda yaşama imkanı bulmuşlardır. Uzun yüzyılda bir bakıma yeni ile eskinin, Avrupalı olanla yerli ve dini olanın rekabeti söz konusu olmuştur.

<