VARLIK İMTİHANINI KAYBETTİK! (2)
Ancak geçmişte elde ettiği bilgiyle sevgiye, merhamete, adalete ulaşarak yaşadığı çevreyi gücü yettiğinde güzelleştirmeye çalışan insan türü için bu kolaylığın yaşam kalitesini daha çok artırması beklenirken tam tersi oldu. Çünkü yukarda sözünü ettiğim pagan anlayış, bunları ötelemeyi emrediyor, insana “benlik” çukurundan mutluluk fısıldıyordu.
Bu fısltıya kulak kabartan ve sosyo ekonomik bir ayrım olmadan hayatın her safhasında bilgiye ulaşan insanlık, şuuru boşaltılmış sürüler haline getirildi ve artık her yeni başlayan günle kendilerini nereye götürdüğünü bilmedikleri bir zaman tüneline direnmeden ve zerrece sorgulama ihtiyacı hissetmeden üstelik büyük bir heyecanla girmeye başladılar.
Düşünme ve hissetme melekelerini teslim etmekle başlayan bu yolculuk; dağınık ama birlikte olabilme özlemi ile dolu toplum kültürüne sahip olan insanı, yine birlik içinde ama bu kez “birbirinden ayrı” bir toplum kültürüne taşıdı.
Ama suda pişen kurbağa misali bu taşınmanın farkında bile olmayan insan, eskiden ulaşamadığı ve “çok kıymetli” olan bilgi deryasının ortasında bugün bir başına, şuursuz, sorumsuz ve yazık ki savunmasız halde ordan oraya savruluyor.
Bu savrulmanın farkına zaman zaman da olsa varan insan yanımızın özlemini duyduğu, genlerindeki o ilkel ve en saf hali ile barış içinde birlikte yaşama tarihinin yeniden dirilmesi gerekiyor ama televizyon kanallarımızın “dizileri”, sosyal medya hesaplarımızın “femonenliği”, elimizdeki gazetelerin “manşetleri”, ana haber bültenlerimizin “son dakika haberlerinin” ortaya koymak için adeta yarıştıkları ve “zenginlik, şöhret, para, lüks arabalar, yatlar,katlar,villalar, doymaz bilmez entrikalar, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan ilişkilerden örülü” özendirici “lüks” yaşam algısı bu farkındalığı gizlemek için günün yirmi dört saati, yılın üç yüz altmış beş günü hiç durmadan çalışıyor.
İnsan ruhunun zayıflıklarından doğan merakları gidermek üzere denkleştirilen her türlü pornografik malzeme ile lüks yaşam alışkanlıklarının sonu gelmez reklamları içinde bizim baş ağrılarımızın, evlat endişelerimizin, geçim gailelerimizin, aşk yaralarımızın, kalp kırıklıklarımızın, heyecansız kalmalarımızın,toplumun içindeki manevi yangınlarımızın hiç yeri olmamasına rağmen toplumun ezici bir çoğunluğu efsunlanmış gibi gözlerinin önünden film şeridi gibi geçen bu hayatı çaresiz, etkisiz, kimliksiz izliyor.
Lütfedilen yaşama sımsıkı sarılmak; her anına en berrak dikkatlerimizle eğilmek, her ayrıntısının farkına varmak, her kıvrımını tanımak, sevmek yerine; hayatımızın kıyısından akıp geçen, bizde kalmayan, benliğimizde konaklamayan, bizim hiç olmayan bu illüzyonun, bu durduraksız, çılgın akıntının seyirciliğiyle harcıyoruz bütün zamanımızı.
Bundan olacak ki yaşadığımız çağın bütün insanlarının hikayesi neredeyse aynı artık. Kendilerine ait bir izleri olmadan savıp gidiyorlar hayat sıralarını. Bu kapan; hayatı istatistiklere,rakamlara, ulaşılamayacak hayallere hapsederek yok ediyor çünkü. Bu yokluğun sunduğu manasızlık; bereketsiz ve anlamsız bir yığın koşturmacanın içinde ruhlarımızı nefessiz bırakıyor ve başta kendi benliğimiz olmak üzere gitgide yabancılaşıyoruz her şeye.
Bir kitapta kaybolmaya, sıcak bir muhabbete ve durup öylece güzel bir manzaraya dalmaya bu yüzden vakti yok artık kimsenin. Kabul etsek de etmesek de anmaya çalıştığım bu zamanın kirini, karasını, zehrini hepimiz üstümüze başımıza bulaştırdık. Her geçen gün biraz daha kirleniyor, kararıyor, zehirleniyoruz ve herkesin bir ucundan çekiştirdiği gökkubemiz büyük bir çatırtıyla başımızdan aşağı düşmek üzere.
Peki çözüm ne?
Yukarda bu dünyadaki cennetin inşası için üç şart koymuştuk ortaya.
Neydi bunlar?
Koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalet.
Bugün iman iddiamıza rağmen ve sevginin koşulsuzluk ilkesi “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” nebevi ikazıyla imanın şartı olarak çağımızın göğsüne fısıldanmasına rağmen sevgimiz koşulsuz,merhametimiz katıksız adaletimiz amasız mı? Yazık ki hayır!
(Devam edecek)