Ertan Yıldız

Ertan Yıldız

Yağma (I)

“Herkes kendi payını alır

Bu yağmada,

Rüzgar sesimizi,

Güneş gölgemizi...

Ve aklımız gerilir kalır

Yıldızların ağında” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar Son Yağma şiirinde.

 

Eski Türklerde yağma sofraları davet sahibinin cömertliğini, zenginliğini ve saygınlığını gösterme özelliği taşımaktaydı. Osmanlı saray düğün ve şenliklerinde yağma hadisesinin gelenekselleştiğini görüyoruz. Padişah, altın ve gümüşü, dinarı ve akçeyi gümüş tepsiyle beraber halkın üzerine saçıyor, seyirciler birbirini ezme pahasına bunları kapmaya çalışıyordu. Bu yağmalar tören mahiyetinde ve izinle yapılan kontrollü yağmalar olup  kederi, üzüntüyü ortadan kaldırmak gayesi güdülüyordu. Ancak anlatılacak sevinç veren değil, elem veren bir yağma olacaktır. Acılar sadece azınlıklara ait olmamış, hukuk ve adalet kavramlarını Türkiye için vazgeçilmez gören herkesi de yaralamıştır. 

İnsanın hakkı olmayan bir metaya  daha kolay sahip olmak için arsızlaşması, sadece savaşlara, işgallere, fetihlere, ekonomik çöküntülere bağlı bir olgu mudur? Başka bir insanın malını çalmak, canının yongasını ondan koparmak, içindeki vahşeti dışarı çıkartmak nasıl bir ruh haletini çağrıştırıyor? Dostlukların bitmesine sebep olan ayrılıklar adına altmış dört yıl öncesinin Eylül’ünde İstanbul’da neler olmuştu ve niçin olmuştu? Kıbrıs anlaşılmadan yağmayı açıklamak eksik olacaktır. Çünkü olaylar Kıbrıs politikasına halk desteği sağlamak çerçevesinde gelişmiştir.

***   ***    ***

Doğu Akdeniz’deki stratejik konumundan dolayı tarih boyunca Akdeniz’e ve Akdeniz ticaretine egemen olmak isteyen devletlerin veya uygarlıkların ilgisini çeken Kıbrıs, Sicilya ve Sardunya adalarından sonra Akdeniz’in üçüncü büyük adasıdır. Bu stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca çevresindeki güçlü devletlerin himayesine ve istilasına uğrayan Kıbrıs, Roma İmparatorluğunun bir parçası olarak Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir. İslamın yükselişine paralel olarak bu stratejik ada İslamiyet ve Hristiyanlık arasında bir mücadele alanı olmuştur. İslamın yayılmasını durdurmak adına yapılan Haçlı Seferlerinde ada, Haçlılar için önemli bir lojistik üs ve insan kaynağı merkezi görevi görmüştür.

Ada on altıncı yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti  idaresi altına alınmışsa da uygulanan millet sistemi Hıristiyanların vergi vererek kendi dini yönetimleri altında yaşamasına olanak sağlamıştır. Hıristiyanlar çoğunluk, müslümanlar yok denecek kadar azdır. Anadolu’dan, özellikle Konya, Karaman, Kayseri, Alanya ve Niğde’den padişah fermanıyla sürgün edilen Müslüman Türk köylüler ile adada İslam nüfusun arttırılmasına çalışılmıştır. Bin altı yüz seksen dokuz aileden oluşan bu öncü kitle aynı zamanda Kıbrıs Türk’ünün kökenini oluşturmuştur. Böylece kiliseye bağımlı Hristiyan Rum halk ile dil, din, kültür ve gelenekleri yönünden farklı inançta olan Müslüman Türk halkı iki ayrı toplum halinde ama sorunsuz birlikte yaşamaya başlamıştır. Hatta, Ortodoks Rumların, Katolik Hıristiyan olan ve kendi inançlarını kısıtlayan Venedikliler yerine gelen Osmanlılar sayesinde dini baskıdan kurtuldukları söylenebilir.

Zamanın ilerlemesine paralel iki toplumun sosyal ve ekonomik ağırlığı Rumları ticarette ve servetlerine bağlılıkta, Türkleri tarımda ve devlete bağlılıkta ön plana çıkardı. Ancak zenginleşen Rumlar, din ve dil birliğini korumalarına ve sayılarına paralel olarak yerel düzlemde daha görünür ve daha fazla söz sahibi oldu. Özgür ve özerk olan kilise ise Hıristiyan toplum üzerinde Yunan ruhunun korunmasını öncelikli bir tasarruf olarak kullandı. Osmanlı Devletinin genel gerileme ve zayıflama sürecine paralel olarak, Kıbrıs’ta kurulan düzen de sarsılmaya başladı. Yunanistan büyük idealini ortaya koymuştu. İstanbul Türklerden geri alınacak, Girit, Rodos, Kıbrıs, Anadolu ve İskenderiye’ye kadar olan topraklar işgal edilerek, bir Helen-Bizans İmparatorluğu yeniden kurulacaktı.

Ama konjonktürel olarak asıl tehlike Rumlar değil Ruslardı. Osmanlı Devleti,  1878’de İngiltere’yle yaptığı gizli savunma antlaşmasıyla İstanbul’a iyice yanaşmış olan Rus tehlikesine karşı, geçici olarak adanın idaresini İngiltere’ye devretti.  Hindistan yolunu ekonomik, siyasi ve askerî denetim altına almak açısından Kıbrıs, İngiltere için önemli bir kaleydi.  Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını gerekçe göstererek, İngiltere’nin Kıbrıs’ı tek taraflı ilhakı Lozan Antlaşması’yla kabul edildi. Lozan Antlaşmasıyla, Kıbrıslı Türklerin seçme haklarını kullanarak, Türk vatandaşlığı ile İngiliz vatandaşlığı arasında bir tercih yapmaları istendi. Bu adada Türklerin sayısını azaltan bir sonuç yarattı. 

1928 yılında Yunanistan; İngiltere, Rusya ve Fransa’ya bir nota vererek, resmen Enosis fikrini ortaya atmış ve adanın kendisine bağlanmasını istemiştir.  Yunan Parlamentosu 1947’de oybirliğiyle; Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı yönünde bir karar almış, 1949’da Birleşmiş Milletlere Enosis doğrultusunda başvuruda bulunmuştur. Bu başvurunun ardından Rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakı konusunda plebisit çalışmalarına girişmişlerdir. 1950’li yıllardaki yeni Rum girişimleri Türklerin adadaki durumunu daha da zorlaştırmıştır. Bunun üzerine Türkiye’deki kuruluşlar, gençlik örgütleri başta olmak üzere, Kıbrıs Türklerine destek vermeye başlanmıştır.

Kıbrıs Türkleri, gelişmeleri protesto etmek ve adanın Türkiye’ye iadesini sağlamak için Kıbrıs’ta iki büyük miting düzenledi. Bu mitingleri Anadolu’daki, “Kıbrıs mitingleri” takip etti. Makarios’un Başpiskopos seçilmesiyle birlikte gerek Kıbrıs’ta gerekse Yunanistan’da Enosis söylemleri arttı. Yunan Hükümeti, 1954 yılında Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletlere taşıdı. Bu olay, adada gerginliği ve Rumların taşkınlıklarını arttırdı. Birleşmiş Milletler, Kıbrıs konusunu Genel Kurulda görüşmeyi kabul etti. Türk Hükümeti bu gelişmeler üzerine yoğun tepki gösterdi ve adanın Yunanistan’a verilmeyeceğini duyurdu. Nihayet, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Yunanistan’ın “self-determinasyon” teklifini reddetti. Bu gelişmenin ardından Kıbrıs’ta, Enosisi gerçekleştirme adına terör örgütü EOKA’nın eylemleri başladı.

Yapılan eylemler, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştu. Basın, İstanbul'daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Enosis çetelerine gönderdiğini yazıyordu. Ülke bu gerginlikleri yaşarken, Atatürk'ün Selanik'teki evinde bir bomba patladığı 6 Eylül 1955 günü radyoda söylendi. Bunun üzerine, “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi haberi İstanbul’da duyulur yaptı. İlginç olan gazetenin tirajı yirmi bin civarında olduğu halde 6 Eylül'de iki yüz doksan bin basıldığı ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başladığıydı. 

Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin ön ayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, iktidar partisi teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirildi.

<