YANIYOR, YANIYOR ELİMİZ CEBİMİZ YANIYOR!
Ben küçük bir sahil kasabasında yaşıyorum, bizim burası her zaman büyük şehirlere göre daha ucuz olurdu. Çünkü köylümüz üretir ve biz de alışverişlerimizi kendi üreticimizden, esnafımızdan yapardık.
1999 depremi öncesi öyle güzeldi ki cuma pazarımız, çevre illerden ilçelerden pazarımıza gelirlerdi alışveriş yapmaya. Haliyle esnafımızda halkımızda geçim derdi çekmezdi.
O yıllarda paramızın değeri vardı, pazara cebindeki 50 TL. ile çıksan etinden sütünden tutunda, sebzesine meyvesine kadar pazar arabasını dolduruyordu. Giyim kuşamda neredeyse bedavaydı, zaman içerisinde pazarlar marketler kadar zamlandı.
İnsanlar marketlerden günlük değil de aylık alışveriş yapabiliyordu, tuvalet kağıdından tutunda, temizlik maddelerine kadar, çocuklarına oyuncak giyim kuşam, kitap defter, kalem alına biliyordu.
Sonrasın gelişen zaman içerisinde yöneticilerimiz fakire fukaraya yardım amaçlı gıda kolileri ve yakacak yardımı yapmaya başladılar. Halk bir anda çalışmadan kazanmadan, yardımlarla hayatını idame ettirmeye başladı. Yeşil kartla, fakir halka sağlık sektöründen yararlandırırken açgözlü zenginlerde bu kartı kullanmaya başladılar.
Zaman içerisinde yapılan yanlış iç ve dış politikalar yüzünden halkımız sefalet çekmeye başladı, artık devletten yardım alamadığı gibi, sağlıkta da sorunlar yaşanmaya başladı. Hastanelerdeki kuyruklar ilk dönemlerde azaldı lakin yetersiz beslenme ve barınma yüzünden hastalıklar yeniden nüksetmeye ve hastaneler dolmaya başladı. Bunlara bir de doktorlarımızın çalışma saatlerindeki değişiklikler ve alamadıkları artırımlarda katılınca, iyi yetişmiş doktorlar devlet hastanelerini bir bir terk edip özel hastanelere geçiş yaptılar, çünkü orada daha fazla maaş alabiliyorlar.
Yaşadığımız son yirmi sene içerisinde dünyadaki dengelerinde değişmesiyle Türkiye'de payına düşen ekonomik sıkıntıyı yaşıyor. Bizleri yönetenlerin verdikleri yerli yersiz kararlar sayesinde önceden kendi kendini doyurabilen Türkiye, şimdilerde neredeyse gıdada ve hayvancılıkta tamamen dış pazara bağımlı oldu.
Bundan 20 sene önce kendi buğdayımızı, şekerimizi, meyve sebzelerimizi yetiştire bilen Türkiye olmaktan çıkıp, samanını, gübresini, buğdayını, baklagillerini yurt dışından ithal eder duruma düştük. Paramızın değeri o kadar düştü ki emekliye, işçiye ve memura yapılan zamlar biraya bile kalmadan eriyor.
Tarımı, mazota yaptıkları zamlarla, hayvancılığı üretimden kıstıklarıyla, köylüyü ise halkla arasına aracılar sokarak öldürdüler. Kendi bağını bahçesini ekip biçen köylüler bile harcadıkları emeğin karşılığını alamadıkları için artık üretmekten vaz geçtiler.
Neredeyse tüm Türkiye'de bir betonlaşma sevdası baş gösterdi, bağını bahçesini, arazisini müteahhitlere veren verene, kat karşılığında. Üretim olmayınca halk tüketime başladı, zaten dışarıdan her şey geliyor lakin elde yakıyor cepte.
Pazarlar bile o kadar pahalılaştı ki artık vatandaşlar gündüzleri bile çöpleri karıştırıp artık, dökülmüş yemeklerle karınlarını doyurmaya çalışıyor. Ucuz ekmek almak için halk ekmek kuyruklarında bekliyorlar, ramazanın gelmesiyle beraber bu pahalılık hat safhaya ulaştı ve daha da pahalılığın artacağı söyleniyor.
Size bu cuma gittiğim pazarımızdan fiyatlar vereceğim, domatesin kilosu 30 TL, salatalık 20 TL, patlıcanın kilosu 30TL, maydanozun ve dereotunun demedi 8-10 TL arası. Kabak 15-20 TL, peynir 80TL, zeytin 30-40 TL, pirinç 20-25 TL, muz 20TL sınırında, elma 10 TL. bu daha uzayıp gidiyor.
Bunları bizler bile zorla alabilirken, fakir halkı varın siz düşünün, giyim kuşamda keza öyle beğenmediğimiz pazarda bile tişörtler, pantolonlar, etekler, elbiseler, ayakkabılar hem el hem de cep yakıyor. 100 TL’den aşağı değiller.
Eskiden orta direk diye tabir edilen bir kesim vardı, şimdi oda ortadan kalktı, insanlar ya çok zenginler ya da çok fakirler. Kimsenin kimseye yardım edebilecek gücüde kalmadı, kendisine yetiremiyor ki başkasına yardım yapabilsin.
Kışın elektrik ve doğal gaz ceplerimizi yakarken bir de çarşı ve pazardaki pahalılık insanı resmen bezdiriyor. Ev kiraları ateş pahası, millet kiralık ev bulmakta zorlanıyor ve çareyi bir evi iki, üç aile tutarak oturmakta buluyorlar.
Halk, Türkiye’de neredeyse açlık sınırında yaşamaya başladı. Kime sorsanız dertli, nereye dönseniz pahalılık almış başını gidiyor. Milletvekillerinin bazıları çifte maaş alırken halkının çektiklerini hiç mi düşünmüyorlar? Bizim memleketimizde milletvekilliği bile zenginlerin elinde o nedenle “tok açın halinden anlamaz” misali yaşıyoruz bu ülkede.
Milletvekilleri lojmanda oturup, mecliste ucuz yemeklerle karınlarını doyurabiliyorken halkın sefalet çekmesi ne kadar doğru olabilir ki?
Bir an önce bu gidişata son verilmeli, hatta benim tavsiyem milletvekillerine de asgari ücret bağlayıp en az bir sene bu şekilde yaşamalarının sağlanması gerekiyor ki artık onlarda Türkiye ekonomisinin ne kadar içler acısı olduğunu yaşayarak görsünler.
Ekonomimizin canlanması için yeniden seferberlik ilan edip üretime geçilmelidir. Mazot fiyatları acilen düşürülmeli, çiftçimizin köylümüzün bankalara olan kredi borçları, bazı iş adamlarına yapıldığı gibi silinmelidir. Hayvancılığı yeniden canlandırmak için üretime destek verilmeli, yemi samanı yurt dışından ithal etmek yerine kendi içimizde nasıl halledilebileceğimize yoğunlaşmalıyız.
Doğal gazı başka ülkelerden almak yerine ucuza halkımızın nasıl ısınacağını düşünüp ona göre tedbirler almalıyız. Mesela Güneyde, Güney Doğuda evlere güneş enerjisi sistemlerinin taktırılması zorunlu hale getirile bilinir. Bunun yarısını devlet kendi bütçesinden karşılayabilir, verimli tarım alanlarının yanına köşesine sulama sistemleri yapıla bilinir, elektriği aracının elinden alıp yeniden tekelleştirerek vatandaşa ucuz elektrik satıla bilinir.
Daha fazla göç ve mülteci almadan kendi imkanlarımızla bunları başarabiliriz. Çünkü bizlerde asil Türk kanı var, tuttuğunu koparabilen bir milletiz. Tek yapmamız gereken şey ise yaşadıklarımızı yaşayacaklarımıza sayarak önlemler almak ve halkın iradesini herkese gösterebilmektir.
Türkiye’nin bekası ve geleceği için canla başla çalışmaya bir an önce başlanmalıdır.
Yoksa bu halk daha fazla dayanamayacaktır.