Yaşama hakkı
Günümüzde bilimsel araştırmalarla ilgisi olmayan insanlar bile ölümün bir kader olmaktan çok, teknik bir aksaklık olduğunu düşünmeye başladı. Doktora giden hasta, şikayetlerini anlatıp muayene olduktan sonra, "Neyim var doktor?" diye sorar… Doktor da "Grip olmuşsun" ya da "Mide ülseri", "zatürre", "kanser olmuşsun" diye cevaplar. Doktor hiç bir zaman "ölümün gelmiş" diye cevap vermez. Vücudunuzda bulduğu bu aksaklıkları tedavi edecek ilaçlar verir ve siz iyileşirsiniz.
Günümüzde her teknik sorunun yine teknik bir çözümü olduğuna inanırız. Ölüm eskiden din adamlarının uzmanlık alanıydı. Şimdi onların yerini gen mühendisleri, bilim adamları almaya başladı. Kanserli hücreleri kemoterapi, nanorobotlarla yok edebiliyorlar. Antibiyotiklerle akciğerlerdeki mikropların kökünü kazıyabiliyorlar. Kalp atışları durduğunda elektroşokla çalıştırıyor, olmazsa kalp nakli yapabiliyorlar.
Bütün bu gelişmelere rağmen bugün bile karşılaştığımız her teknik aksaklık için halihazırda bekleyen bir çözüm olmadığını da biliyoruz.
Ancak yaşlılık ve ölüm, belirli sorunların sonucu ortaya çıktığına göre, bilim insanları araştırmalarını bırakıp "bu kadar yeter" demiyorlar. Bu nedenle kanser ve nano teknoloji çalışmalarına bu kadar çok kaynak ve zaman ayırarak yatırım yapmaya devam ediyorlar.
Hiç bir dinin kuralı ya da "İnsan Hakları Beyannamesi" insanların 100 yaşına kadar yaşama hakkı vardır demiyor. "Her insanın yaşama hakkı vardır" diyor.
Tabii bütün bu yazdıklarım batı dünyasının gelişmiş ekonomi ve teknolojisine sahip, ortalamanın üstünde refah seviyesine ulaşmış toplumları için geçerli. Ya da az gelişmiş toplumların krem tabakası, yani cüzdanı dolu olanları için...
Bizim gibi sıradan insanların fırtına, kaza ya da savaşlarda ölenlerin arkasından bile bir teknik hata arayıp sormak hakkı yoktur. Çünkü verilecek cevap bellidir. "Takdiri ilahi" ve "ölüm" hâlâ bir "kader".
Onun içindir ki, Ortadoğu ülkelerinin fukara halkları, çareyi kendilerinde değil, hep gelecek bir kurtarıcıdan bekler!
Sözlerimi sosyal medyada dolaşan küçük bir hikaye ile bitirmek istiyorum.
"Günün birinde küçük bir istavrit, oltanın ucuna takılı yemi yemek için hızla atılır. Önce müthiş bir acı duyar dudağında. Yüreği gümbür gümbür atmaya başlar, sonra hızla yukarıya çekildiğini hisseder. Aslında hep merak etmiştir denizlerin üstünü; neye benzerdi acep gökyüzü? Bir yanda büyük bir merak, bir yanda ölüm korkusu. Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavrar onu. Küçük istavrit anlar ki yolun sonu. Koca denizlere sığmazdı yüreği, oysa şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu minik yüzgeci. İnsanlar gelip geçtiler önünden: Bir kedi yalanarak baktı gözünün içine. Yavaşça karardı dünya, başı da dönüyordu. Son bir defa düşündü derin mâviyi, beyaz mercanı. Bir de yeşil yosunu...
İşte tam o anda eğilip aldım onu. Yürüdüm deniz kenarına, bir öpücük kondurdum başına, iki damla gözyaşından ibâret sâde bir törenle saldım denizin sularına.
Bir an öylece bakakaldı. Sonra sevinçle dibe daldı gitti, bütün kederimi söküp atarak. Teşekkürü de ihmal etmemişti; birkaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak. Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme: sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
"Bir gün" dedim "bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz, son âna kadar hep bir ümidim olsun diye."