YİNE, YENİDEN ATATÜRK VE ONUN DEHASI

Rusya-Ukrayna savaşı 24.02.2022 tarihinde sabah saatlerinde resmen başladı, halk sabah uykularından bombardıman sesleriyle uyandı. Bu savaş bize bir kere daha Montrö boğazlar sözleşmesinin önemini göstermiş oldu.

Montrö boğazlar sözleşmesi, Türkiye’nin jeopolitik konumu açısından oldukça önemli olan Çanakkale Boğazı ve İstanbul Boğazı'nın kontrolünün ülkemiz adına ne derece gerekli olduğunu bir kere daha hatırlattı.

20 Temmuz 1936 tarihinde Bulgaristan, Büyük Britanya (İngiltere), Fransa, Yunanistan, Avustralya, Japonya, Sovyet Sosyalist Rus Birliği (O dönemdeki adıyla), Yugoslavya ve Türkiye arasında imzalanan bu sözleşme ile Türkiye boğazlardaki hakimiyetine kavuşmuştur.

Sözleşme 9 Kasım 1936 da yürürlüğe girmiş ve Milletler Cemiyeti (günümüz de ki Birleşmiş Milletlerin temeli sayılabilecek bir organizasyon) serisine 11 Kasım 1936’da kaydedilmiştir. Sözleşmenin süresi 20 yıl olarak belirlenmiş ve 20 Temmuz 1956 senesinde biten sözleşmeyi, imzalayan ülkelerin Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesini istemelerine rağmen bu hususta başarılı olamamışlardır.

Boğazlar sözleşmesinin imzalanmasından 86 yıl sonra Ukrayna-Rusya savaşı göstermiştir ki Karadeniz'e kıyısı olmayan ülkeler Ukrayna veya Rusya'ya silah gönderebilmek için boğazlarımızı kullanamayacaklardır.

Sözleşme maddeleri gereğince, sulh döneminde Karadeniz’e kıyısı olsun ya da olmasın ticari gemiler, sadece sağlık kontrolünden geçtikten sonra boğazlardan geçiş yapabilirken, savaş dönemlerinde sadece ve sadece Türkiye’nin denetiminde ve belirlediği güzergâh üzerinde gündüz geçiş yapabileceklerdir. Şayet Türkiye savaşta ise Boğazları açma ve kapama hakkına kendi güvenliği için karar verebilecektir.

Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında savaş var ise savaşan ülkelerin gemileri boğazlardan geçiş yapamayacaktır. Savaşan ülkeler için sadece insani yardım amaçlı gemilerin geçişine izin verilecek ve insani yardım taşıyan gemiler, gündüz geçiş yapacaklar ayrıca gemiler 8.000 tondan yukarı yük taşıyamayacaklardır. Yalnız barış zamanı Karadeniz’e geçecek gemilerin yükleri 15.000 ton olabilecektir, bir başka maddesi de Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin gemilerinin geçiş yapabilmeleri için, Türkiye’ye 15 gün önceden hangi geminin ne taşıdığı ve kaç ton taşıdığı gibi bilgiler verilecektir ve bu gemiler Karadeniz'de 8 günden fazla kalamayacaklardır.

Montrö Boğazlar sözleşmesinden de anlıyoruz ki, Bizleri 1. Dünya savaşına sürükleyen kararlar gibi kararlar almadıkça ve sözleşme maddelerine uyduğumuz taktirde Türkiye güvence altında kalacaktır.

Hele ki içinde bulunduğumuz bu dönem zarfında yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin söz sahibeliği bir nevi elinden alındığı ve tek adamın iki dudağı arasındaki kararların uygulanabileceğini düşünürsek, yıllardır süre gelen dış politika hatalarımızda göz önüne alındığında, 1. Dünya Savaşına sürüklendiğimiz gibi 3. Dünya savaşına da sürüklenmemiz içten bile değildir.

Bu bağlamda her daim barıştan ve özgürlükten yana olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu satranç oyununu iyi değerlendirmeli ve önümüzdeki 20-30 senenin planlarını yaparak Türk halkını güvende tutmayı ve savaşlara katılmamayı bilmelidir.

Geçtiğimiz senelerde Kanal İstanbul projesi ile bir kez daha gündeme oturan Montrö Boğazlar sözleşmesi Rusya-Ukrayna savaşında önemli bir rol üstlenmiştir.

İstanbul Boğazı’nın geçiş trafiğini azaltmak amaçlı düşünülmüş olsa bile, böyle bir kanalın açılması 20 Temmuz 1956 yılında sözleşmenin dolmasına ve yapılan başvurulara rağmen değişmemiştir. Kanal İstanbul projesi işleme alınacak olursa bu antlaşmanın şartlarının değişmesini isteyen devletlerin ekmeğine yağ sürecek ve Amerika’nın boğazlar üstündeki hevesi daha da artacak, Türkiye’de ve boğazlarda gözü olan ülkeler antlaşmayı 3/2’lik oy çokluğu ile fes edebileceklerdir.

Kanal İstanbul Projesine hayır diyen paşalarımız ya emekli edilmişler ya da haklarında davlar açılarak hapse atılmışlardır. Türkiye’nin toprak bütünlüğünün bozulmaması ve refah içinde yaşayabilmemiz için Montrö Boğazlar sözleşmesine sadık kalmalıyız.

Bu günkü geldiğimiz noktaya bakarsak, Atatürk’ün dehasına bir kere daha hayran olmak gerekir. Bir de Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde bahsettiği konuları sanırım onun hakkında ileri geri konuşan siyasilerde bir kez daha şapkalarını çıkarıp, saygı ile eğilmeliler.

Şayet onun keskin zekâsı ve öngörüleri olmasaydı kim bilir şimdi ne hallerde olurduk. Türk milleti olarak Atatürk’ü sevsekte sevmesek de onun ilke ve inkılaplarını benimseyip baş tacı etmemizin gereğini sanırım bu günlerde daha iyi anlamışızdır.

Atatürk’ün büyüklüğü 100 sene sonrada daha iyi anlaşılmıştır.

<