YUFKACI
Avukat Mevlüt Bey eve iş götürünce laf olmuyor , bizim yufkacı eve iş götürünce hadise çıkıyor !
Yufkacıyı geçen gün yolda, karşı kaldırımda gördüm.
Bir elinde oklava , bir elinde hamur eve iş götürüyordu.
Yamuk kafasında bir kaç yara bantı vardı. “ Hayrola, noldu? Kafandaki yaralar nedir? “ diyecek kadar yakında olmadığımdan bir şey soramadım.
O da, bir ara duraklayıp pel pel bana baktı, bir şey demeden geçip gitti...
Aradan bir zaman daha geçti…
Geçen gün ihtiyaç hasıl olunca bastım aşağı , yürüdüm.
Yanılmamışım. Baktım caddenin sol köşesindeki yufkacının ışıkları yanıyor.
“Bak bu iyi” dedim kendi kendime .
Kapı kilitli değildi. İçeri girerken bir kaç çıngırak çınladı.
Vitrinli dolabın üzerindeki tarhanalar , mantılar, erişteler, süt paketleri, yumurtalar, kremalar oldukları yerde sessiz sakindiler…
İçeriye ; “Neredesin yufkacı ? “ diye seslendim.
Yufkacı elindeki oklavayla tezgahın ardında belirdi. Kolları yufka açmaktan tabanca çekmeye hazır kovboyun kolları gibi içeri girdi.
Söylemesi ayıp Yufkacının boyu bir karış, kafası yamuktu. “ Ne iş yapıyorsun yufkacı?” diye sormama gerek yoktu. Başındaki yara bere izini sordum mahsustan ; “Düştün mü “ dedim.
Yufkacı , yalan söyledi; “ Merdivenden düştüm “ dedi.
İsmini vermeyeyim ; yufkacının yakın çevresinden biri bana “hadise”yi anlattı.
Dediğine göre , bir gece yufkacı kendi kendine bir karar almış. Artık gece on ikiden sonra eve iş götürmeye karar vermiş ve kararını uygulamaya koymuş.
Bu iş artık hayatının bir anlamı olmuş. Eline aldığı hamurları mıncıklayıp şekil verip oklavalamaktan, hamurların üzerine un eleyip yufka açmaktan mutluluk duyuyormuş.
Karısı ise bundan nefret ediyormuş.
Önce iyilikle “ Herif yeter, herif yeter ! Her tarafı un ettin. Rica ederim eve iş getirme” demiş.
Yufkacı karısına “ Peki Raziyeciğim , getirmem. Söz.” demiş ise de atalarımızın dediği gibi huylu huyundan vazgeçmez.
Yufkacı eve iş götürmeye, karısı da dırdır etmeye devam etmiş .
Üstelik salondaki masada yufka açıp “ Dam üstünde un eler, tombul tombul memeler“ türküsü eşliğinde , sigara kağıdı inceliğindeki yufkalar açması, oklavada bunları havada şaklatması onu çileden çıkarıyormuş.
Mutlu günler çabuk geçer...
Gecelerden bir gece saat perşembeyi mübarek Cuma’ya bağlayan gecede , on iki sularında gümüşten bir tepsi gibi dolunay , bir bahçenin çimleri arasına çıtır çıtır inerken , Raziye Hanım , ciddi bir sinir krizi geçirip kocasının elindeki oklavayı kaptığı gibi, herifinin kafasına koluna , sırtına ; artık neresine rast gelirse vurmaya başlamış; “Dert sokasıca herif , hem etrafı un ediyor hem de halının üstüne un eliyorsun!”
Yediği darbelerden nefesi kesilen yufkacı, kan revan içinde soluğu sağlık ocağında almış.
Ufak bir pansumandan sonra iş yerine geçmiş. Kaderden gelene razılık gösterip bir şey olmamış gibi işine devam etmiş.
Bu hadise üzerine eviyle irtibatını kesmiş.
Dükkanda yatıp kalkmaya başlamış.
İşte böyle ; geceydi, saat yirmiiki sularındaydı. Yufka için yola çıkmıştım. “Düştüm “diyerek yalan söylemişti.
Yufkacı, gece başına buyruk yufka açıyordu.
Ak gömleği, ak pantolonu, ak peştamalıyla önümde zuhur etti. Saçı sakalı, üstü başı külliyen una batmıştı. Bir çift kara gözlerini dikkatle üzerime dikti. Bakışları kara delik kadar karaydı.
Ürperdim. Sır dolu, insanı esir etmeye çalışan tehlikeli bakışlardı bunlar.
“ Babadan kalma bir evim var, emekliyim iki oğlum bir kızım var, dedi.
Ya sen ? dedi. Ben de “ He ya , ben de sigortalıyım, dedim.
Göbeğime baktı; “Rahatlıktan , göbek yapmışsın “dedi. He ya ! dedim. Göbeğimin derdi onu germişti.
Ben , “İşsizlikten,” dedim.
Mahsustan takıldım; “ Usta, beni yanına çırak al? “ dedim.
Birden bire irkildi. Gözlerinin karası daha bir karararak ;“ Alamam, iş yok !”dedi. Güldüm.
Demek ki yufkacı benden önce ciddi bir çırak adayıyla muhatap olmuş, muhtemelen ülkede yaşanan ekonomik krizi bahane ederek bir çok çıraklık teklifini geri çevirmişti.
Kulağıma eğilip bir sır verdi. Elindeki yufka hamurları üretim fazlasıymış. Canı sıkılmasın diye elindeki hamuru yufka yapıyor, yufkayı tekrar hamura çevirip duruyormuş...
Kollarına baktım. Gömleğinin kollarını yukarıya sıyırmıştı. Boyuna baktım bir karış...
Pazuları çalışmaktan sırım gibi. Sağ bileğine pehlivanlara mahsus kara bir pazubent bağlamıştı.
Geçelim...
Yufkacı iki adet yufkayı bir kağıda sarıp uzattı. “ Dört lira !” dedi.
“ İnsafın kurusun yufkacı ! Una, suya da mi dolar dokundu? “ diyecektim, boş verdim; vazgeçtim.
Yufkacı yufka başına yirmi kuruş zam yapmıştı.
Ben de eve gidip bu önemli mesele hakkında üretim fazlası bu yazıyı yazdım.