İSMAİL SAYGILI

İSMAİL SAYGILI

EKONOMİ, NAS VE TÜRKÇE KURAN

EKONOMİ, NAS VE TÜRKÇE KURAN

Müslümana Müslüman propagandasının yapıldığı ülkemizde, bir arınma ayını (Ramazan) daha geride bıraktık. Müminler, bu ibadet sürecini de ekonomik sıkıntılar içinde tamamladı. Üç yıldan beri mutfak ve pazardaki yangın, “nas” ile söndürülmeye çalışıldıkça, enfalasyon halinde daha da azdı.

Ülkeyi yöneten “tek adam” –ben ekonomistim, nas (Allah’ın hükmü) neyi gerektiriyorsa onu uygularım- diyerek yepyeni bir Ekonomik kural ortaya koydu. Ama hayatın gerçekleri tersini gerçekleştirdi. Faizin düşürülmesiyle enflasyonun önlenmediği gerçeği görüldü. Tek adam, bir süre önce kovar gibi uzaklaştırdığı Mehmet Şimşek’e (aslında İMF’ye) sığınmak zorunda kaldı; ekonomi kompartımanının başına getirdi. O da “rasyonel politikalar” uygulayacağını açıkladı.

Neydi bu rasyonel politikalar?

Ekonominin bilimsel olarak gerektirdiği politikalardır rasyonalite. Ekonominin yeni uygulayıcısı da, bilimsel gerçeklere göre hareket edeceğini açıkladı. Böylece süreç içinde mutfak ve pazarlardaki yangını söndürecektir.

Rasyonel politika kavramını, ilk kez Alman sosyolog ve ekonomist Max Weber (1864-1920) ifade eder. “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı kitabıyla rasyonaliteyi anlatır. “Ne oldu da geleneksel toplumdan modern topluma geçildi” sorusuna yanıt arar. Bulduğu yanıt ise, “rasyonalite-akılcılık” ilkesi olur. Protestan ahlakın kapitalizmle örtüştüğünü gösterir.

Sosyologlar, dinlerin ekonomik gelişmedeki rolü üzerinde kafa yormuştur. Müslüman düşünürler de bu konuya yoğun ilgi göstermiş. İslam’ın sosyalist\kamucu bir ekonomi öngördüğü gerçeğinde mutabık kalmışlar. Bunun içindir ki Mısır, Suriye ve Irak’ın BAAS (diriliş-reform) partileri de kamucu ekonomi politikaları uygulamaya çalışmıştır. Türkiye’de de MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş; “Dokuz Işık doktrini” ile bu sosyalist ekonomi modelini savunmuş; Türk-İslam sentezi anlayışına geçmiştir.

*****

İslam dini adına ekonomide dayatılan nas; kutsal kitabın dili konusunda da dayatılır. O kadar ki; Atatürk’ün Kuran’ı Türkçeye çevirisi; o günden beri saptırılıyor; din istismarı yapılıyor. Oysa Kuran, daha 1734 yılında George Sale tarafından Arapçadan İngilizceye çevrilmiş; Hırıstiyan dünyanın ön yargıları giderilmiştir.

Türkiye’de ise; Cumhuriyet anlayışı Kuran ve Ezanın Türkçe okunmasını sağlamıştır. Bu çeviriyle halkın kendi ana diliyle kendi kutsal kitabını aracısız olarak okuyup anlamasını sağlamıştır. Ne var ki Osmanlı Devleti döneminden kalan ve adeta bir ruhpan sınıf anlayışında olanlar; eski imtiyazlarını yeniden kazanmak için gerçekleri ters yüz ediyor. Siyasetcilere din istismarı malzemesi sunuyor.

“Peygamber” sözcüğü bile Farsça kökenli bir sözlüktür. Arapçası, “resül”dür. Bunu telefuzdan kaçınmayan selefi ve siyasal islamcılar, Kuran’ın ana dil ile okunmasına karşı duruyor! İnsanların anlamamasından istifadeyle kendilerine bende olmaları isteniyor!

Bilimsel gerçekler; her dinin kutsal kitabı okunuşunun o dinin peygamberinin diliyle bildirildiğini kabul eder. Fakat inananların o peygamber dilini değil, bildirilen kutsal mesajın öğrenmesini zorunlu kılar. Bu da kutsal mesajın, tercümesini gerektirir. İnanlar kendi ana dilleriyle dinini öğrenme olanağını bulur. Buna karşı çıkmak; gerçek bir bağnazlık ve kötü niyet olur.

Çünkü her dilin kendi fonetiği ve musikisi farklıdır. Dolayısıyla ayetlerin Arapça dil fonetiği ve müziğe uyarlanarak okunması ile Türkçe fonetiği ve müziğine göre okunuşu da farklı olur. Fakat ayetin anlamı veya özü değişmez. Tıpkı bir yemeğin farklı aşçılar tarafından yapılmasıyla özelliğinin değişmeyeceği gibi.

Zaten bu konuda Buhari’den Müslim’e; Ebu Davud’dan Tirmizi’ye; Nesai’den İbn Mace’ye kadar bir çok İslam aliminin naklettiği hadis de bunu ifade eder: Hz. Peygamber; Ömer bin Hattat ile Hişam bin Hakem arasında Furkan suresini farklı okumaları nedeniyle düştükleri anlaşmazlığı gidermiştir: İkisine de ayrı ayrı sureyi okutmuş. İkisinin de doğru okuduklarını belirtmiş. Ve “şüphesiz Kur’an, yedi harf üzerine nazil oldu; kolayınıza geldiği, dilediğiniz gibi okuyun” diye buyurmuştur.

Bu takdirde Ezan veya Kuran’ın Türkçenin dil kuralları ve fonetiğine ile okunması; son derece doğrudur. Üstelik anlaşılması bakımından da çok yararlıdır. Aksini savunmak; apaçık bir istismar veya bağnazlıktır. Çünkü Arap olan Hişam bin Hakem ile Ömer bin Hattat’ın Kuran okumaları arasında bile farklılık olduğuna göre, Arapça ile Türkçe okuma arasında da nüansın olması doğaldır. Asıl olan, anlam değişikliğinin olmamasıdır.

İlahiyatçı Prof. Süleyman Uludağ da; “İslam açısından Müzik ve Sema” adlı yapıtıyla bu konuya açıklık getirmiştir. Müziğin haram olmadığını, her ulusun kendi milli sesiyle kutsalı kitabı olan Kuran’ı okumanın doğru ve bunun daha etkili ve telkin edici olduğunu ortaya koyar. Arap dili ve müziği ile okumanın “luhumü’l-Arap;” Türkçe dili ve müziği ile okumanın da “luhumü’l-etrak” olduğunu belirtir. Devamında da; Türklerin gırtlak, ses ve diline uygun olarak kutsal kitabın okunmasının tabii bir şey olduğunu vurgular.

*****

Adnan Tonguç’un dilimize kazandırdığı Jerry Toner’in “Homeros’un Türkleri” adlı yapıt ise; Batılıların Doğuya ve dolayısıyla Müslümanlığa bakışındaki kırılmayı anlatır. Başlangıçtaki önyargıların kurulan ilişkiler sonucunda peygamber ve öğretisine bakışın nasıl değiştiğini gösterir:

İlerlemenin rekabetin sonucu olduğunu vurgulayan Gabbon; peter Brown’a göre iyi eğitimli bir “imparatorluk sosyoloğu”dur. Roma İmparatorluğu gücünün “hukuk, özgürlük ve vatandaş gereksinimlerini karşılamak” olarak belirtir. Klasik dönem ve çağdaşı yazarların aksine; dil, din ve kültür birliğinin bireyi hem seyirci, hem hakem yaptığını vurgular. İslam peygamberini söylenenlerin aksine, “kısmen bilge ve hoşgörülü, kanun yapıcı, dogmatik olmayan ve ruhpan sınıfına dayanmayan” olarak tanımlar. Bundan hareketle, hayran olduğu Roma imparatorluğunun zayıflaması ve çöküşü ile doğudaki İslam ve Türk devletini kıyaslar. Dinin ve dine bakışın önemini ve “Roma’daki imparatorluk hiyerarşik yapıya dayanan bir devlet kilisesine dönmüştür” diyerek Roma Katolikliğini “zımnen lanetler (s.142)” şeklnde açıklar. Roma’nın düşüşü ile İslam’ın yükselişinin paralel olduğuna dikkat çeker. “Müslümanlar Yunan ve Roma geleneğinin belli başlı avantajlarından yararlanmamış; kendilerini kadim dönemin malumat ve ince zevkinden mahrum bırakmıştır (…) İslam, bir ruhpan sınıfına ve merkezi bir teşkilata sahip olmadığından sadeliğini kaybetmemiş bir dindir” saptaması yapar.

Bizans ile kıyaslarken de; “13 Temmuz 633 yılında Bizans İmparatoru Heraklios’un “Roma” unvanıyla 70 bin kişilik orduya rağmen, Derar komutasındaki Arap birliklerine yenilip cizye karşılığında barış yapmasını anlatarak; “barbarlar ile medeniler arasındaki savaş değil; iki tarafın da dini fanatiklik uğruna barbarlaştığı bir savaştır”(s.143). tanımlaması yapar.

Papa IV. Leon’un 846 yılında “Arap saldırılar karşısındaki şanlı” direnişinin, sadece eski Roma şanından bir kıvılcım olduğunu ifade eder. Bizans İmparatoru Romanes Diogenes için “Eudokia Eşinden fazlası değildi” diye istihza etse de; “Ermenistan’ı kahramanca işgale kalktı, ama ihtiyatsız davranması, Andronikos’un korkak ve kıskançlığı ile barbarın mahir ve esnek direnişi yüzünden” yenildi; Asya’daki vilayetleri kaybedip Türk Divanı önüne çıkmak zorunda kaldı” diyerek anlatır.

En önemli saptamayı da; “din veya siyasi lidere aşırı bağlı olan halklar, tiranlığı ve özgürlük kaybını kabule eğilimlidir (…) bir kilisenin tahripkar gücüne hiçbir siyasi yapı dayanmaz” saptaması ile yapar. Sonra da; “Roma İmparatorluğunu zayıflatıp saldırıya açık hale getiren din fanatikliktir” kanısını belirtir.

Bizans’ın İran ile ilişkisine de değinir: “Bizans’ın İran’la savaşmaktan bitap düştüğü, Kilisenin Nasturiler ile Monofizitleri gözüne kestirdiği dönemde, Muhammed; bir elinde kılıç bir elinde Kuran ile Hırıstiyanlık ve Roma harabeleri üzerinde taht kurmuştur” der.

13.04.2024

[email protected]

<