GARSON, 'KİTAP' GETİR! (1)
Çetin Altan, toplumcu (sosyalist) bir yazar olduğu günlerde, gündelik geliriyle yaşamını sürdürmek zorunda kalmayı (proleterlik), 'her gün bir boğayı boynuzlarından tutup yere çalmakla' eşdeğer tutardı.
Günümüzün boğaları ise pek yaman! "Rabbena, hep bana!" anlayışıyla semirdikçe semirip ortalığı toza dumana katarak gerçekleri perdelemeye çalışıyorlar.
"Alma (elma) ağacında büyümek" diye bir deyim, işitmişsinizdir.
Adamın biri, denize düşmüş. Kıyıdaki biri koşup suda çırpınan adama seslenmiş:
-- Elini ver!
Adam, boğulmak bahasına oralı olmamış.
Derken, adamı tanıyan biri, yardım etmek isteyeni uyarmış:
-- Elimi al, demeyi dene.
Sudaki kişi, gerçekten de bu kez "Elimi al!" diyen kıyıdakinin elini tutup ölümden kurtulmuş.
'BOĞAÇ HAN' GERÇEK Mİ?
Çetin Altan, 'proleterlik' örneğini verirken Dede Korkut Öykülerindeki Boğaç Han'dan da esinlenmiş olabilir. Atalarımız çocuklarına, bir yararlık gösterinceye değin ad vermezlerdi. Öyküdeki Oğuzlar'ın Bayat boyundan Bahadır Han ise çocuğu olmayanları, Tanrı'nın lanetlediği kişiler olarak görmekteydi. Çocuksuz Dirse Han, Bahadır'ın sözlerini işitince üzülüp karısının başına ekşir. Ama, bu arada yoksullara yardım etmekten, onların hayır dualarını almaktan da geri kalmaz. Derken karı - kocanın dilekleri gerçekleşir ve sağlıklı bir oğulları olur. İşte, o oğul büyüyüp bir şenlikte Bahadır'ın ipini koparmış boğasını yenerek Dede Korkut'un kendisine ad koymasını hak eder:
-- Sen artık Boğaç Han'sın. Ben adını verdim, Allah da yaşını versin.
Öykünün devamında, baba ile oğul arasına fit sokmaya çalışanlar kazanmış görünseler de kahramanlarımız mutlu sona ulaşırlar.
Umarız, gerçekten de sonları öyle olmuştur.
Çünkü...
'VER ALLAH'IN VERDİĞİNE' (!)
Yazılı değil, sözlü ekin (kültür) yoluyla günümüze ulaş(tırıl)mış öyküler bunlar.
Atalarımızın 10'uncu ve 11'inci yüzyıllarda, Orta Asya'daki yaşamının anlatıldığı Dede Korkut Öykülerini, Anadolu'ya sözlü olarak 'meddah geleneği' yoluyla getirmişiz. Öykülerin Türkçe olarak ilk basım yılı şaşırtıcı; 1916. Almanya'nın Dresten kentindeki bir kütüphanede el yazmalı kopyası bulunup Kilisli Rifat tarafından, sekiz yüz yıl sonra basıldı.
Sözlü ekinimiz de 'kulak kulağa' oyunundaki gibi, 'kuşaktan kuşağa' aktarılırken ne çok değişime uğradı kim bilir.
Örneğin, "Ver Allah'ın verdiğine, vur Allah'ın vurduğuna." diye bir atasözümüz var ki ilk biçimi umarız, yoksula yardım etmeyi öneren taban tabana karşıt anlam içeriyordur.
KİTABA UZAK DURMAK
Yazımızı buraya değin okuma zahmetine katlanan okur; Shakespeare'in "Jül Sezar" oyunundaki Marcus Aurelius tiradını yinelemeye çalıştığımızı sanma...
Biz atalarımızı gömmeye gelmedik...
Ama, şu tarihçi şakasına değinmeden de geçemeyeceğiz:
-- Komşumuz Çinliler, Kavimler Göçü sırasında, 'Yahu bunlar gerçekten gidiyorlar mı?' diye arkamızdan o denli uzun süre baktılar ki çekik gözlü kaldılar!
Kâğıdı olduğu gibi matbaayı bulan da aynı eski komşumuz; Çinliler. Yıl: 593.
Biz bu buluştan etkilenmemişiz.
(Devam edecek)