İSMAİL SAYGILI

İSMAİL SAYGILI

KİMİN ASKERİ OLMALI - 2

KİMİN ASKERİ OLMALI - 2

23 Mart 2023 günü attığı bir tweet sahibi olan Cumhurbaşkanı, -laik demokratik sosyal hukuk devleti- rejimine sadakat göstereceğini ve -Atatürk’ün askeri- olacağını haykıran kimselere sahip çıkmıyor mıu?

    Tweette “Hakka, halka ve Kur’an-ı Kerim’e hizmet davasından taviz vermeyen Bediüzzaman Said Nursi’i vefatının 63’üncü yıldönümünde rahmetle yad ediyorum” diyordu. Oysa Başkomutanı olduğu ve yeni mezun teğmenlerin katıldığı TSK; aynı kişiyi rejim karşıtı -Hüdapar anlayışlı- olarak kabul edegelmişti.

     Ortada bir metafor olduğu görülüyor.

     Harp Okulu mezunlarının safiyane sevinç gösterisi; istim üzerindeki siyasal islamcı ve TSK düşmanı çevreler tarafından gündemden düşürülmüyor.

     Zaten Türkiye’nin içte yaşadığı sosyal sorunların temelinde, önceleri “mukaddesatçı” ve sonraları da “selefi-siyasal İslam” denilen anlayış yatmaktadır.

      Güneysu ilçesinin Ortakentli bir hemşehrisi ve siyasi bağlısı olan Mehmet Erdoğan bile; partili Cumhurbaşkanı’nın dikkatini bir metafora çeker. Bediüzzaman ile Diyanet konusunda.

      Mehmet Erdoğan; Rize İmam Hatip Lisesinde “Sızıntı” adlı dergi ve “Risale-i Nur” ile tanışır. Sonra F. Gülen’in “Altın Nesil” dediği vaaz kasetleri ile sohbetlerinin müptelası olur. Bir süre sonra onları terk edip Nurcuların “Yazıcılar” koluna intisap eder. İlahıyat fakültesinde iken Dergah Yayınlarında çalışmaya başlar. Sahibi Ezel Elverdi ile yazar Sezai Karakoç’tan etkilenir. 1993’te Türkiye Diyanet Vakfı çalışanı olur. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ile Ali Erbaş’a danışmanlık yapar. Mustafa Erdoğan’ın bunlara Said Nursi kitaplarının telifini alması için ısrar ettiğini fakat azar işittiğin değerlendirmesi yapar (4.9.2014-Sözcü S. Y.):

      “Diyanet İşleri Başkanlığı; FETÖ ile mücadelede siyasi iradeden çok daha sorumludur. Bu konuda ilk görev, onundur. FETÖ’nün 60 yıl boyunca yol alırken Diyanet’in ne yaptığına ve nerede durduğuna bakarak değerlendirmek lazım…” demiştir. Ki bu Diyanet, 1964 yılında “Nurculuk Hakkında” adlı bir kitap yayınlamıştır. Aynı yıl İlahiyat Fakültesi de “İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar; Nurculuk” adlı (dr. Neda Armaner’in) kitabı yayınlamış. Doç. Yaşar Kutluay’ın (1969’da kaybolan) 1966 yılında yazdığı “Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk” kitabından sonra Ali Gözütok (tehdit edilince saklanmış) da “Müslümanlık ve Nurculuk” adlı kitabı yayınlanmış. Diyanet, bunlar karşısında taammüden edilgin kalmıştır. Kılıçla mimbere çıkan Diyanet İşleri Başkanı dönemi olan Nisan 2024’te de Mustafa Erdoğan; “Said Nursi ve Risale-i Nur Gerçeği” adlı kitabı yayınlamıştır.

       Bu kitaplar ve bu Diyanet; TSK ve TC rejimi açısından, “rejim karşıtlığı” cezası almış olan bir kimseyi kutsama gayretini gösteriyor. FETÖ hareketi ve diğer tarikatlar da bunu yapmış ve yapıyor.

       15 Haziran hain darbe aşamasında parti binasına Atatürk’ün dev bir portresini asan partili Cumhurbaşkanı; benzer anlayıştaki kişi veya odakların “Atatürk’ün askerleriyiz” diyen teğmenleri linç etmeleri karşısında alacağı tavır; merak konusudur…

                             *****

       Bugün teğmenleri linç etmek isteyenler, çoğunlukla Fetöcü basın dünyasının eski mensuplarıdır. Fetö cüreti ve siyasal İslam anlayışın Türkiye’de iktidara tırmanışı; Humeyni “İslam Devrimi” sonrası artmıştı. Özellikle Süleymaniyeli Mevlana Halid-i Nakşilik kolu; Türk siyasetinde açıkça rol oynamaya başlamış. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin mezhep ideolojisine sürüklenmesi koşullarını var etmeye çalışmıştı.  Rahmetli Erbakan ile siyasal yapıya kavuşmuş. ANAP’ın döşediği yoldan AKP yapılanmasına varmıştır. Özellikle Atatürkçülük takiyesi ile iktidarı ele geçiren 12 Eylül darbecileri ile iktidarın vaz geçilmezi haline gelmiştir.

     “Erbakan hocanın nankörleri” denilenler, bir proje gereği oluşturdukları AKP; daha kuruluş aşamasında siyasal İslamcı parti olarak yargılandı, ceza aldı. Bu da kendisinde bir komplekse-korkuya neden olmuştur. İktidara gelmiş olmasına rağmen bu kaygıyı aşamamış; tarikatlar ve özellikle FETÖ ile işbirliğini kavileştirmiştir.

     15 Temmuz ihaneti, ortaklık ötesinde iktidara egemen olmak kavgası halidir. Bugün yaşanmakta olan kaygı, kuşku ve TSK mensuplarına yöneltilen oklar; böylesi geçmişin sonucu ve gereğidir. “Kindar ve dindar” olarak yetiştirilmek istenen ve FETÖ’nün “altın nesil” dediği hain darbe artıkları; aynı cüret ve hışımla “Atatürk’ün askeriyiz” diyen teğmenleri kumpaslara tabi tutmaya çalışıyor.

     Muhammedi tevhidi mezheplerle bölerek devlete ideoloji yaratmak; bir “ruban sınıf” var etmeye yol açmıştır. Bu sınıf, iktidardan uzak olmak istemiyor. 22 yıllık bir parti iktidarının “tek adam”  sistematiğiyle dış politikada batağa saplanması, bu çevreleri tatmin etme anlayışı sonucudur.

      “Kardeş Esat” denilrek aileler birlikteliğiyle tatile çıkıldığı Suriye devlet başkanı; aynı çevrelerin baskısı ve mezhepsel ajitasyonuyla “düşman Eset” yapıldı. Osmancılık oynayanlar, Osmanlı’dan beri var olan Mısırı’n günümüz devlet başkanını; Türkiye’nin bir yerel seçiminde muhalif aday yapılarak düşman gösterildi.İki halde de  İhvan-ı Müslim’e (müslüman kardeşler) yeşil ışık yakıldı. İran dostu Filistinli lider Yaser Arafat’ı yok eden Hamas desteklendi. Böylece kızı Sultan Sabiha’yı (Rauf Orbay, Mahmut Kamil Paşa, Babanzade Fuat Bey ve Mustafa Kemal’in talip oldukları) Şii İran veliahdı Ahmet Şah Kaçar’a vermeyen Sultan Vahdettin izinden gidildi.  Vahdettin, damat İsmail Hakkı’ya; “bütün Sünnilerin halifesi olan ben, nasıl olur da kızımı Şii hükümdara veririm” demişti.

     Türk hükümeti de aynı mezhepsel hesaplarla dış politika güdüyor. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” özdeyişini bile hatırlamadan komşuları düşmanlaştırıyor! 

      Osmanlı’dan sonra Türkiye’de de mezhepçilik siyaseti güdülüyor. Sultan Vahdettin, şeyh Ömer Ziyaeddin’in başında olduğu Gümüşhanevi Dergahı’na bağlıydı. TC zamanında da Necmeddin Erbakan’dan ve sonra da Recep Tayyip Erdoğan, aynı dergaha bağlı olarak öne çıktı. Bu yüzden “mukaddesci” çevreler ile yayınlarını devlet yönetimine taşımış. Fakat Cahiliye dönemindeki gibi, çelişkilere neden olmuştur. Suriye, Mısır, İran ve Filistin’de Hamas’ı destekleme uğruna Türkiye’nin dış politikadaki yıldızı söndürülmüştür.

       Üstelik Şii İran’ın Sünni Hamas ile ittifak geliştirmesini de göz ardı edecek kadar gafil olunmuştur. Çünkü Humeyni’nin 1979 yılında İran’daki İsrail Büyükelçiliğini kapatıp yerine Filistin elçliği açması görmezden gelinmiştir. Humeyni’yi ilk ziyaret edenin Yaser Arafat olmasının, barışçıl biri olarak Kuveyt iskanlı İsmail Haniye’nin İran’da İsrail-CİA kombiezonu sonucu öldürülmesinin vs önemini kavrayamamıştır. Dünyada İsrail’i ilk tanıyan devletin Türkiye’den sonra İran olmasını dikkate almamış. Hamas yandaşlığıyla Mısır’ın Mursi’sinden sonra Filistin’in  İsmail Haniye’si için de halkın benimsemediği bir “milli yas” ilan etmiş. “Mursi’nin katili” ilanla lanetlemeyi; uçağın merdivenlerinde Sisi karşılanarak geçmiş inkar edilmiştir.

    Demek ki itibar, bu tür metaforlarla elde edilirmiştir!

     Bunları hatırlatmaktaki amaç; imparatorluklar döneminin sona erdiği gibi mezheplerin ideoloji yapılma döneminin de sona ermiş olduğunu; Türkiye’deki siyasal İslamcılara hatırlatmaktır. Kuşkusuz “mukaddesatçı” anlayışla ahiret hesabı yapılabilir, ama feza çağında o anlayışla başarı elde edilmeyeceği defalarca kanıtlanmış oluyor.

     Bu itibarla; Türkiye’de hem iktidar olmak hem devletin kurucu iradesine ve o iradenin sembolü olan TSK’e düşmanlık yapmak; amansız bir çelişki oluyor. Üç Türk kızının Kara, Deniz ve Hava okulları mezunlarının birincileri olmasından; “Atatürk’ün askerleriyiz” demelerinden kötü senaryolar çıkarmak; ancak mukaddesatçı ve FETÖ türü Selefi anlayışlar olmaktan öte olamayacaktır.

                               *****

     Selefi\Siyasal İslam olgusu, özellikle 1079 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi sonrası yoğunlaştı.  

     Suudi Arabistan’nın “Ulusal Muhafız Birimi”nde 1955-1973 yılları arasında çalışan Cüheyman el-Ubeyd; 20 Kasım 1979 günü sabah namazında Kabe’ye baskın düzenledi. İçerdeki 100’e yakın kişiyi rehin aldı. Kayınbiraderi olan Muhammed bin Abdullah’ın “Mehti” olduğunu açıkladı.  Ve Suidi Arabistan’da “şeriat” ilan edilmesini istedi. 20 Kasım’dan 4 Eylül tarihine kadar devam eden işgal sürecinde 68’i idam olmak üzere 287 kişinin yaşamına mal oldu.

     Baskın dini görünümlüydü. Ama aslında siyasi bir hareketti. Çünkü şu konuların gerçekleşmesini amaçlamıştı:

1-      Yabancı üsler kapatılsın, yabancı askerler Suudi Arabistan’ı terk etsin.

2-      Batılı ülkelerke olan ilişkiler sonlandırılsın, kültür yozlaşması önlensin.

3-      Yabancı firmalar ülkeyi terk etsin; onlarla iş yapanlar cezalandırılsın.

4-      Petrol üretimi azaltılsın.

    Bunun üzerine ABD harekete geçti: Baskının bastırılması için Pakistan Özel Ordusu görevlendirildi. Sonra, Fransa’nın “Terörle Mücadele Birliği” takviye olarak çağrıldı. Fakat Müslüman olmayan kimselerin Mekke’ye girmesi haram idi. Buna da çare bulundu:. Suudi Yüksek Mahkeme Kadısı Bin Bas fetva verdi. Bunun üzerine Fransız askerler, kağıda yazılı “kelime-i tevhit” okuyarak Mekke’ye girip Kabe’nin etrafında konuşlandılar.

    4 Eylül’de Cüheyman el-Uteybi yakalandı. 63 arkadaşıyla birlikte elleri, ayakları ve başları kesilerek idam edildiler. Baskın sona erdirildi.

      Bu baskın; Selefi\Sünni İslam hareketinin başlangıcıdır. Suudi Arabistan ile ABD, köklü bir değişim başlattı: İran İslam Devrimi karşısında önlemler geliştirdiler. İran’ın Şii hareketi karşısına Selefi-Suudi Sünniliği-Vehabiliği koydular. Nitekim Türkiye’nin de içinde bulunduğu Müslüman devletlerde camiler inşa edip dernekler kurarak Vehabi\Selefi İslami eğitimi yoğunlaştırdılar. Suudi Rabıta örgütü aracılığıyla 12 Eylül Darbe sürecinde yurtdışındaki Türkiye Dışişleri Bakanlığı görevlilerinin maaşlarını bile ödediler. Bu uygulama ABD’nin; 12 Mart darbesi sürecinde Sıkıyönetim süresinde güvenlik görevlilerine “mesai ücreti” ödemesinin yeni bir şekliydi. Tepkiler nedeniyle artık “dolar” yerine “riyal” ile tediye yapılıyordu. Zaten Amerika, 1946’lardan beri Türkiye’nin hilafeti diriltmesini öğütlüyordu. NATO’ya alındıktan sonra da SSCB karşısındaki “ileri karakol” yapıldı. Ve “Yeşil Kuşak” sarmalı başlatmıştı. 1968’den itibaren de Türkiye’de laiklik karşıtı İslami hareket, siyasi parti düzeyinde örgütlü hale getirilmişti. 12 Eylül Beşibiryerde paşaların döşediği yolda 2002 yılında iktidar gelmişti.  Amerika izinde yol alan Sünni Türkiye için artık önemli olan, Selefilik idi. Fakat Sovyetlerin çökmesi ve İran’da Şii Devriminin gerçekleşmesi; dünya jandarmasını yeni önlemlere yöneltiyordu.

      Kabe Baskını sonrasında Suud kralının unvanı bile değiştirildi. “Haşmet” veya “majeste” şeklinde söylenen unvan; “Hadim’ül Haramey- nü-ş-şerefeyn” (iki kutsal kentin hizmetkarı) şeklini aldı.

                     *****

      İran’daki Şii İslam Şeriatı, Müslüman Türk gençliğini büyük ölçüde etkiledi. Bunun bir an önce  “Siyasal İslam\Vehabilik” ile izole edilmesi gerekiyordu. İranlı sosyalist Müslüman Ali Şeriatı’nın birçok kitabı (Medeniyet ve Modernizm, İslam ve Batı Düşünceleri, Hac, İslam sosyolojisi Üzerine, Kültür ve İdeoloji, Ne  Yapmalı vd ) tercüme edilmiş, gençlerin elinden düşmüyordu. Bunun karşısına İhvan-ı Müslim (Müslüman Kardeşler) ideolojisi kondu. Seyit Kutup ve Hasan el-Bennan ile ali Şeriatı etkisi kırılmaya çalış İran’da oluşan gelişmeler, Vehabilik\Selefilik ile izaha çalışılıyordu. Fakat Müslüman Gençlik arasındaki çatlaklar giderek derinleşmişti. İş katliamlara vardı. İslam Şeriatı yanlısı Sedat Yenigün ile Metin Yüksel ve siyasal İslamcı MSP’i Akıncılar karşılıklı katledildi.

      Selefi kalemler de harekete geçirilmişti. Fesli denilen Kadir Mısıroğlu ile Osman Yüksel Serdengeçti; Suud finanseli yayınlarla Müslüman gençleri etkilemeye çalıştı. Şii İran’a karşı Sünni-Selefi gençler bilendi. Hizbullah, Hamas (Müslüman Kardeşler) ile dengelendi.

      Dünyanın tek egemeni durumunda olan Amerika; “Yeşil Kuşak” projesi yerine yeni proje olarak İsrail ile Suud güvencesinde BOP’u uygulamaya koydu. Türkiye (Recep T. Erdoğan) ile Katar yöneticilerini de BOP Eş Başkanları olarak atadı.

      İran ise, süreç içinde yeni bir strateji geliştirdi. Humeyni, FKÖ lideri Arafat’ın kendisi ilk ziyaret eden kişi olmasından sonra İsrail’in Tahran Büyükelçiliğini kapamış. Yerine Filistin Bürosu açmıştı. Daha sonra Müslüman Kardeşlerin Filistin kolu olan Hamas’ın (yaygın kanıya göre MOSAD kurdurmuş) Yesar Arafat’ı ekarte etti. Zaten Müslüman Kardeşler başta Humeyni’ye de karşıydı. Fakat İsrail karşısında Sünni Hamas, Şii İran’a yakınlaşarak destek aramak zorunda kaldı. İran, CİAile MOSAD’ın kurgulamaya çalıştığı Şii-Sünni mezhep çatışması tuzağına düşmedi.

      İsrail Devleti’ni dünya ilk tanıyan Türkiye idi. Şah Rıza Pehlevi İran’ı da ikinci devlet olmuştu. İkisi de ABD’nin dümen suyunda yüzüyorlardı. Fakat Başbakan Musaddık İran petrollerini millileştirince, Amerikan şimşeklerine hedef oldu. Başlayan çalkantılar, Pehlevi’nin ülkeden kaçması ve sürgündeki Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a gelmesi sonucunu doğurdu. Humeyni, Kominist partisi ve Pehlevi karşıtı aydınların desteğiyle İslam Devrimi’ni gerçekleştirdi; İslam Şeriatını ilan etti.

     Kabe Baskını’ndan İran memnun; İhvan rahatsız idi. Bu metafora rağmen İran ile Hamas ittifakı kuruldu. Temelde Selefilikten yana olan Müslüman Kardeşler; Şii de olsa İslam Şeriatını ehveni şer görmeye başlamıştı. İran’a ilk yakınlaşan, Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin oldu. Sonra, bir diğer lider olan Halit Meşal, İran camilerinde vaazlar vermeye başladı.

      Hamas liderleri arasında en barış yanlısı, İsmail Haniye idi. Sürgün olarak Katar’da yaşıyordu. Filistin’de İsrail’in soykırım kertesinde yaptığı kırımın sürdüğü 2024 yılında, yeni seçilen İran Cumhurbaşkanının göreve başlama törenine katılmaya gitti. Fakat CİA_MOSAD kombinezonuyla konuk evinde suikaste uğradı, öldürüldü.

       Türkiye; Haniye için -halkın benimsemediği- bir yas ilan etti. Ama cenaze töreninde bulunmak gereği duymadı. Tıpkı İran devlet başkanı Mursi için ilan edip onu öldüren SİSİ’yi katil ilan ettikten sonra Türkiye’ye davet edip uçağının merdiveninde karşılanıp kucaklanması gibi metaforlar yaşamaya devam edecek bu yıl. Selefi\Vehabi  bir politikayla ancak böyle davranılırdı!

      Ve maalesef; bunun adı da “itibarlı dış politika” oldu!...

<